"Ben" Denilen Kalabalık Yer
Persona, Ingmar Bergman, 1966 |
On dakikadır aralıksız konuşuyordu. Onuncu dakikanın sonlarına doğru, masanın üstünde duran vazoyu tüm muzırlığıyla devirip en yakın köşeye sinen bir ev kedisi gibi suçluluk hissetti ve sustu. Sonra: "Ne kadar da fazla konuşuyorum böyle…" dedi.
Kafasını arkaya yasladı. Karmaşık düşünceler içerisinde olduğunu görebiliyordum. Zaten son on dakikada sahnede tek bir kişi konuşmuyordu. Benliği sanki birkaç parçaya bölünmüş ve bu parçalar kendi arasında gürültülü bir kavgaya girişmişti. Bir benliğin söylediğini diğer benlik sözü alarak eleştiriyor ve değersizleştiriyordu.
Şöyle sordum: "İçinizde kaç kişi konuşuyor?"
"Evet, çok kararsız biriyim değil mi? Yaşıtlarım kararlı olmayı nasıl beceriyor?" dedi ve devam etti: "Artık hayatta sadece gözlemci olacağım. Hiçbir şey yapmayacağım!"
Duraksadım. Yeraltından Notlar’ın günlerce evinden çıkmayan, çıksa da insan içine karışmayan münzevi karakterini ve bir bilim kurgu dizisinde gelecekten bugüne "gözlemci" (observer) rolünde gelen zeki, gelişmiş ancak artık duygu hissetmeyen insan türünü anımsadım. Ve yeni bir düşünce zihnime geliverdi: Gözlemci olmak istediğini söylediğine göre, bu da bir istek ve seçim değil miydi? Duraksamam sonlandı ve:
"Gözlemci olduğunuzda hiçbir seçimde bulunmayacak mısınız?"
Hızlı bir "Evet!" çıktı ağzından. Şaşırmamıştım. Kendinden emindi. Gözlemci olmayı, dışarıda biteviye sürüp giden yaşam hengâmesini, uzakta, kendi köşesinden kahvesini yudumlayarak izlemek gibi tasarlamıştı sanki. Ama yaşam, film kesiti yahut balkon sefası değildi. Öyle olsaydı bile bir filmi ya da balkondan bir sokağı tüm duygu ve düşüncelerini bir kenara koyarak izleyebilir miydi? Gözleyen varsa orada bir benliğin de olması gerekirdi. Eğer benlik varsa o benliğin hissedişleri de olmalıydı. Aslında bakıldığında sadece uyanıklıkta değil; uykusunda gördüğü rüyalarında da bu hissedişlerinden kurtulamayacaktı. Bu düşüncelerle birlikte:
"Gözlemci olmayı, seçim yapmamayı seçen kim peki?" dedim.
Evet, itiraf ediyorum. Biraz kurnazca bir soru ve bu kurnazlıktan keyif almadım diyemem. Ama soruyu onun için sorduğuma da emindim. Yani bu bir tuzak değildi. Soruyu sorduğumda tuzağa düşürülmüş gibi de hissetmemişti. Belki en fazla saklanırken yakalanmıştı; o kadar. Soruya olumlu bir yanıt vermesini de beklemiyordum. Sadece onu, gözlemci olmak isteyen benliği üzerine mesafe almaya, düşündürmeye davet etmek istiyordum.
"Benim!" dedi.
"Benim" deyişinde ümit hissettim. İçinde gürültülü bir kavgaya tutuşmuş benliklerini (gözlemci benlik, suçlayıcı benlik, işleri yoluna koymak isteyen benlik, tüm bu olup biteni izleyen merkezi benlik) bu "benim" yanıtı bir araya getirmiş, kaosu sentezleyerek ortaya tek bir benlik çıkartmıştı sanki.
"Benim" sözcüğü aynı zamanda şu keskin gerçeği bir kez daha teyit etmiş oluyordu: "Ben" denilen yer, kalabalık bir yerdir.
Not: Gerçek bir psikoterapi seansından, danışanın izni alınarak aktarılmıştır.
Uzm. Psk. Gökhan Özcan
Yorumlar
Yorum Gönder