Fenomenolojik Rüya Yorumu



Bu yazı, P. E. Craig ve S. J. Walsh’ın, Gayle Delaney’in editörlüğünü yaptığı New Directions in Dream Interpretation (1993) kitabı içerisinde yer alan "Phenomenological challenges for the clinical use of dreams" isimli makalesinin bir bölümünün çevirisidir. 

-----------

Tarih boyunca insanlar, rüya görmenin gizemiyle büyülendi. Yüzyıllar boyunca, gizemli rüya meselesinin, Tanrıların ve şeytanların anlaşılmaz dilinde konuşulan bir tür kehânetvâri bir mesaj ya da yabancı bir aklın ürünü olduğuna inanılıyordu. Örneğin Aristoteles ve Artemidorus'un bu bilim-dışı görüşlere meydan okumak için ortaya koydukları saygın çabalara rağmen, batıl inanç, sihirbazlık ve kehanetler bu yüzyılın başlangıcında hala rüyanın popüler algısına hakim olmaya devam etmiştir.

Freud (1900), ilk olarak rüyaların yorumlanmasına bilimsel bir yaklaşım getirdiğinde, rüyanın aslında bilinçdışı olarak adlandırdığı devrimci bir "içsel" efendi, yabancı bir aklın ürünü olduğunu özenle ortaya koymaya çalıştı. Bu nedenle, ilk olarak rüyanın kendisini inşa eden rüyayı gören hakkında iyice bilgi sahibi olmadan bir rüyanın anlaşılmasının imkansız olduğundan emindi. Onun tekniği basitti. Rüyayı görene, “Buraya bak,” derdi. "Neden buraya uzanmıyor, gözlerini kapatıp biraz rahatlamıyorsun. Burada arkanda oturacağım ve böylece benimle hiç ilgilenmeyeceksin. Rüyalarının her bir unsurundan bahsettiğimde sadece bana söyle, aklınıza ne gelirse gelsin onu söyle. Ve lütfen kendine karşı sert olma. Düşüncelerin aptalca, utanç verici, önemsiz veya rahatsız edici olup olmadığını düşünüp endişelenme. Burada bu tür yargılarla ilgilenmeyeceğiz. Yalnızca rahatla ve kendi bilinç akışının büyüleyici, nesnel tanıklığına teslim ol. Yapman gereken tek şey, aklınızdan geçen her şeyi, kırsalda seyahat ederken bir yolcu vagonunun penceresinden baktığın gibi, tam bir soğukkanlılıkla aktarmaktır.”

Psikanalitik serbest çağrışım tekniği olarak bilinen bu basit, nazik talimatlar, rüyaları analiz etmek için ilk bilimsel metodumuzun temelini oluşturdu ve analiste rüya görenin deneyimleri ve düşüncelerine yakından nüfuz etmesine olanak sağladı. Rüya araştırmaları için o zamandan beri birçok sistematik yöntem oluşturuldu. Hepsinin ortak kanaati, rüyaların doğru çalışılmasının rüyayı görenin kendi deneyim ve düşüncesine dayandırılmasıyla mümkün olduğudur. Bu yöntemler, hayatın her kesiminden kişilerin rüya deneyimlerini sistematik olarak yeniden anlamlandırarak bunu kendilerini tanıma ve kişisel ya da mesleki gelişim için kullanabilmelerini mümkün kılmıştır.

Felsefi Temeller

En tuhaf ve anlaşılmaz insan deneyimlerini, yani nevrotik semptomları, dilin gündelik sürçmelerini ve rüyaları anlaşılabilir ve anlamlı yapılandırmasını Freud'a borçluyuz. Yine de, rüya gibi şaşırtıcı bir psikolojik fenomeni araştırmak için radikal bir metodolojik atılım sağlamış olsa da, onun teorik varsayımları çoğu zaman anlamaya çalıştığı fenomenin bütünlüğüne ihanet etmiştir. Freud, rüyaları rüyayı göreni aldatmak için tasarlandıklarını düşünüyordu ve anlatılan rüyanın hiçbir zaman adil ve sadık bir portre ortaya koyduğuna inanmazdı. Hatta bir keresinde, “Hasta bize bir rüya anlattığında duyduğumuz şeye, yani görünür (manifest) rüyaya, mümkün olan en az şekilde takılı kalırız,” demiştir (1933, s. 10).

Fenomenolojik Tutum


Bu bölümde sunulan fenomenolojik yaklaşım, teorik olarak şüpheli kabul edilen görünür rüyanın bütünlüğünden şüphelenmez. Felsefe ve bilime bir yaklaşım olarak fenomenoloji, basit ve doğrudan bir biçimde, “şeylerin kendilerine geri dönmek” ile başlar. Gereksiz varsayımları ve önyargıları bir tarafa bırakmak için gösterilen özel çaba ile tanımlanan fenomenoloji, olguları tam olarak bilinçli deneyimde oldukları şekli ile incelemek ister. Bu nedenle, Freud’un rüyaların görünür içeriği hakkındaki şüpheciliğinin aksine, fenomenolojik araştırmacılar rüyanın anlamı ve değerine rüyayı görenin bilinçli hafızasında gerçekleştiği şekliyle inanırlar.

Fenomenolojinin kurucusu olan Edmund Husserl (1962)'in açımlamasıyla, rüyalarımıza somut insan deneyimleri olarak bakmaya, gözümüzün önünde duranları görmeye, oldukça belirgin, somut, insani bir deneyim olarak rüyamızın ne anlama geldiğini kendimize sormaya teşvik edildik diyebiliriz. Fenomenoloji bu yüzden, rüyanın neden sadece olduğu gibi kabul edilmediğini sorar. Neden, rüyanın kendisi için konuşmasına izin verilmiyor? Böyle bir yaklaşımı izlediğimizde, rüya hakkındaki anlayışımız aslında rüyanın kendisinde olmayan bir şey içermemiş oluyor. Ayrıca, rüyamızda aslında olmayan şeyler hakkındaki teorik varsayımlara ve bu varsayımsal olguların bilinçdışı niyetlerine şüpheyle yaklaşıyoruz. Örneğin, fenomenologlara göre, uyandığımızda, gördüğümüz rüya karşısında sık sık şaşırmamız, sözde bilinçdışı zihnimizi veya rüyalarımızı bizi kandırmaya çalışmakla suçlamak için bir sebep değildir. Ne de olsa, genellikle rüya gördüğümüz sırada karşılaştığımız durumların ne kadar olağanüstü göründüğüne aldırış etmeden, o anki anlamını idrak etmiyor muyuz? Bu nedenle rüyalarımıza şaşırmamızın sebebinin, rüyadayken aldatıcı olduğumuzdan değil, uyanıklıkta bazı şeyleri açıkça görmediğimizden kaynaklandığını söylemek, deneyimin açık gerçeklerine daha yakın olmayacak mıdır?

Bir dizi psikolog, psikiyatrist ve psikanalist insan varoluşunun araştırılmasında fenomenolojik bir yaklaşımı benimsemiştir. Varoluşçular olarak bilinen bu araştırmacılar, bireyin günlük yaşamında yaşadığı şekliyle insan varoluşunu anlamakla ilgilenir. Bu varoluşçuların birçoğu rüyalara özel bir ilgi göstermişlerdir, zira rüyalar, gündelik hayatımızın her gününün (yoksa her gece mi demeliyiz?) en etkili, ortak temel bir parçasıdır.

Rüyaları anlamadaki varoluşsal-fenomenolojik yaklaşımda (Binswanger, 1963; Boss, 1958 ve 1977; Craig, 1987a, 1987b, 1988a, 1988b ve 1990; Stern, 1972 ve 1977), bariz olana odaklanma ve “rüyaların şiirini” nezaket ve saygıyla doğrudan “okuma”ya yönelik bir adanma görüyoruz. Paul Stern'in (1972) yazdığı gibi, “Rüyayı anlamak için her şeyden çok ihtiyaç duyulan şey, zıt karmaşıklıklar tarafından teslim alınmamış, bariz olanı yakalayabilen, neredeyse çocuksu bir basitliktir” (s. 43). Bu türden bir rüya analizinin en büyük farkı, görünür olanın gücüne ve potansiyeline olan inancıdır.

Sharon’ın Rüyası

Örneğin, Sharon adını verdiğimiz orta yaşlı bir kadın, rüyasında kendisini yoğun bir kar yağışı sırasında evinin verandasında olduğunu gördü. İçeri girmek için arkasını döndüğü sırada, birisi ona adıyla seslendi. "Anne, sen misin?" diye sordu Sharon, fakat annesinin yeni öldüğünü biliyordu.

"Evet", diye karşılık geldi. Sharon döndüğünde, annesi gölgelerin arasından çıktı. İki kadın daha sonra kucaklaştılar ve birbirlerini ne kadar sevdiklerini söylediler. Ancak, Sharon annesini çay içmeye davet ettiği zaman annesi bunu reddetti. Sharon bir kez daha davetini tekrarladı, ama annesi yine reddetti: “Hayır, gerçekten gitmem gerek. Ama seni seviyorum ve ben iyiyim. Her şey iyi olacak.” Bu sözlerle Sharon'un annesi kar yağışının içinde uzaklaşarak iz bırakmadan kayboldu.

Rüyanın oldukça hassas atmosferinin tersine, Sharon uyandıktan sonra, özellikle de rüyasının ya da ölen annesinin "ona bir şeyler anlatmaya çalıştığı" düşüncesiyle kendisini endişeli hissediyordu. Bu kaygı, Sharon'ın rüyasında endişelenmesi için herhangi bir sebep olmamasına rağmen devam etti. Bu durumda, Sharon’ın tavrı, rüya görmenin kendisinin ötesinde gizli bir şeye işaret ettiği ve rüyaların görünenden başka bir şey olduğuna dair ortak önyargıları yansıtıyor. Bu ortak varsayımlara karşı fenomenologlar, anlamak için neden rüyanın ötesine baktığımızı soruyorlar. Rüyadaki bir olguya neden görüldüğü şeklinin ötesinde farklı anlamlar yükleniyor? Neden rüyanın kendisini ifade etmesine izin vermiyoruz?

Örneğin, Sharon'ın bu rüyasına bakarsak, yalnızca rüyayı gören kişiyi ve annesinin ziyaretini görürüz. Sharon'ın evinde, yoğun kar yağışı sırasında bir araya gelmişlerdi ki bu da tipik bir New England havasıydı. Sharon kendisinin ve annesinin bu havayı çok sevdiğini söylemişti. Bu güzel ortamda, iki kadın birbirlerine karşı duydukları sevgiyi ifade etmişlerdi. Yine Sharon, rüyadaki bu duygunun annesinin hayatının son birkaç yıl boyunca annesiyle arasındaki ilişkiye hakim olduğunu söylemiştir. Sharon'ın rüyası sırasında annesinin ona bir şey anlatmaya çalıştığını gösteren hiçbir kanıt yok. Tam tersine, rüyasında Sharon’ın annesi onu sevdiğini, kalamayacağını ama her şeyin iyi olacağını doğrudan söylüyor. Rüyası sırasında, Sharon hayatta iken annesinden duyduğu sıcaklık ve sevgiyi hissetmişti. Kendi dünyasında, annesinin somut ve anlaşılır bir varlık olarak görünmesine izin vermişti. Bu gerçeklik ile annesinin fiziksel ölümüne eşlik eden gerçek-dışılık hissi arasındaki zıtlık nasıl da çarpıcı! Öyleyse, annesinin ani ve yumuşak bir şekilde gözden kaybolması da dahil olmak üzere, Sharon'ın annesi ile ilişkisinin canlı ve yoğun deneyimini, şu anı neden olduğu gibi kabul etmiyoruz?

Eğer bu rüya klinik bağlamda paylaşılmış olsaydı, rüyayı görenin rüyadaki anlık deneyimi, sorgulamanın temelini oluşturacaktı. “Nasıl yani?” diye sorulabilir. “Bunda yeni olan nedir?” Yine, fenomenolojik bir tavır alarak, rüyada ortaya çıkmaya çalışan aldatıcı ya da gizli bir amaç veya mesaj olduğunu varsaymaktan ziyade burada “yeni” olanı görmeye yöneliriz. Böyle olduğunda aslında rüyada neye tanıklık ederiz? Sharon’ın, aslında annesinin söylemiş olduğu birkaç şeye açık olduğunu görüyoruz: Birincisi, rüyasındaki kadın göründüğü gibi Sharon'ın annesidir; ikincisi, Sharon’a olan sevgisinin, kendi ölümüne rağmen hala varlığını sürdürdüğü; üçüncüsü, ilişkilerini geçmişte sahip oldukları şekilde sürdüremeyeceği; ve son olarak bu radikal değişikliklere rağmen “her şeyin iyi olacağı”. Sharon rüyasında annesinin gitmesi gerektiği konusunda ısrarcı oluşuna açıkken, bu olasılığı hem kabul ediyor hem de buna direniyordu. Bu nedenle bir terapist Sharon’a annesi ile ilişkisinin iyi değil fazlasıyla iyi olup olmadığını ve hatta bu durumun Sharon’ı gerçekleri kabullenip hayata devam etmesini engelleyip engellemediğini sorabilir. Sharon'ın yaşı ve zekasında olan bir kadın rüyasında gördüğü böyle bir akşamla birçok sonuca varabilir. Neden annesi gitmek için o kadar “hazır” iken, annesiyle birlikte çay içmek için o kadar ısrar etti? Ve son olarak uyandığında, Sharon annesi olmadan karda mahsur kalma konusunda neden o kadar endişeliydi?

Yukarıdaki soruların tümü, Sharon'ın rüyadaki tecrübesi ile tamamen uyuşmaktadır ve gizli olan ya da rüyasında gördüğünün ötesinde bir şeyi varsaymamaktadır. Kuramsal varsayımlarımızı bir kenara bırakıp şeylerin kendilerine geri dönmemiz için fenomenolojik çağrıyı örneklerler. Rüya yorumlama sahasında bu, rüyanın kendisine, görülene, rüyayı görenin rüyası sırasında var olduğu dünyadaki hayati, somut olaylara geri dönme çağrısı olarak anlaşılabilir. Rüyanın kendisiyle ilgili fenomenolojik kuralı dikkate alırken, tüm dikkatimizi anlatıldığı şekliyle rüyaya veriyoruz. Tüm gerçekliğiyle bu dünyada dolanırken, yalnızca rüyaların bir deneyim olarak değerini takdir etmekle kalmıyoruz, aynı zamanda rüyayı görenin bir bütün olarak varoluşuna, yani uyurken bir yandan tamamen uyanık ve farkında olan varoluşuna şaşırtıcı derecede sadık kalıyoruz.

Görünürün (Manifest) Önceliği

Rüyaları anlamak için böyle bir alternatif sunarken, kimi sorularla karşılaşacağımızı öngörebiliriz. Örneğin fenomenoloji, rüyaların zaten görülenden başka bir şey ortaya koymadığını öne sürüyorsa neden rüyalarla ilgilenelim? Başka bir deyişle, zaten gözümüzün önünde duran şeyi işaret ediyorsa rüyaları bu kadar özel kılan nedir?

Bu sorular, fenomenlerin anlamının, algının tek bir eylemi ile tamamen tükendiğine, yani bariz olanı algılamanın onu anlamada ilk adım olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bununla birlikte, kendini ifade eden ve zaten bilinen ile kendini ifade eden ancak henüz belirlenmemiş ya da fark edilmemiş olan arasında bir fark vardır. Örneğin, Sharon’un rüyası hakkındaki son sorularımız, yalnızca bir şeyin ilk ve sıradan görüntüsünü değil, aynı şeylerin üzerine biraz düşündükten sonra ortaya çıkan anlamını da dikkate almanın önemini göstermektedir. İnsan olarak varoluşumuz, kendisini bize biteviye açar; zaten ortada olan ya da kendini ifade eden her şey sürekli olarak genişler, kendisini göz önüne serer ve zenginleşir. Başka bir deyişle tutumlarımız, bakış açılarımız ve ihtiyatlılığımız dikkat çekici bir şekilde akıcıdır ve bizim için bir anda tamamen “kayıp” olan şey bir sonraki aşamada son derece açıktır; bir konuda belli bir bakış noktasından anlaşılmayan şey, bir başkasından şaşırtıcı bir şekilde açık olabilir.

Fenomenologlar, diğer analitik yönelimli araştırmacılar gibi, özellikle bu şeylerin "henüz açıklanmamış anlamlılığı" ile ilgilenir. Ancak, diğer araştırmacıların aksine, fenomenologlar bu türden gizli anlamların, bu şeyler hakkındaki teorilerimiz, varsayımlarımız, önyargılarımız ya da önsezilerimizde değil, bizzat kendilerinde bulunduğunda ısrar ederler. Bir cümleyle, fenomenolojik düşünürler, sadece ortada bariz olanla değil, aynı zamanda üzerinde sürekli ve doğrudan bir şekilde düşünülüp gözlemlendiğinde ortaya çıkabilecek olanla da ilgilenirler.

Rüya ve Olasılık

Kendini fark etmenin eşsiz, insan ihtimalinin tezahürü için güvenli ve kutsal bir alan sunması, rüyaların anlaşılmasında nasıl bir karşılık bulur? Rüyalarla olan deneyimlerimiz, sürekli olarak, rüya görürken kaçınılmaz bir biçimde üç tür varoluşsal olasılıkla ilgilendiğimizi ortaya koymaktadır. İlki, uyanıklıkta, günlük hayatımızda açıkça kabul ettiğimiz olasılıklarla ilgileniyoruz. İkincisi, uyanık yaşamlarımızda kabul ettiğimiz, ancak aynı zamanda göz ardı etmeyi seçtiğimiz olasılıklarla ilgileniyoruz. Üçüncüsü, uyanıklık varoluşumuzu oluşturan, fakat kendi deneyimsizliğimiz, korkularımız ya da önyargılarımızdan dolayı, hiç farkında olmadığımız olasılıklar ile ilgileniyoruz.

Not: Bu çeviri makale, Dinlenen Ben Rüya ve Terapi Dergisi'nin 6. sayısında yayınlanmıştır.

Makale Künyesi: Craig, P. E., & Walsh, S. J. (1993). Phenomenological challenges for the clinical use of dreams. G. Delaney (Ed.), New directions in dream interpretation (ss. 103-154), New York: SUNY.



Çeviri: Uzm. Psk. Gökhan Özcan

Kaynakça

Binswanger, L. (1963). Dream and Existence. In Being-In-The-World (Jacob Needleman, trans.) pp. 222-248. New York: Basic Books.

Boss, M. (1958). The Analysis of Dreams. New York: Philosophical Library.

Boss, M. (1977). I Dreamt Last Night . . . New York: Gardner Press.

Craig, E. (1987a). Dreaming, Reality and Allusion; An Existential-Phenomenological Inquiry. In Advances in qualitative psychology; themes and variations, ed. F. van Zuuren, F. Wertz, and C. Mook, pp. 115—36. Berwyn, Pa.: Swets North America.

Craig, E. (1987b). The realness of dreams. In Dreams Are Wiser than Men, ed. R. A. Russo (pp. 34-57). Berkeley, California: North Atlantic Books.

Craig, E. (1988a). Freud's Irma Dream: A Daseinsanalytic Reading. In Psychotherapy for Freedom: The Daseinsanalytic Way in Psychology and Psychoanalysis, ed. E. Craig. Special issue of Humanistic Psychologist 16(1): 203-16.

Craig, E. (1990). An Existential Approach to Dreamwork. In Dreamtime and Dreamwork, ed. S. Krippner. Los Angeles: Jeremy Tarcher, pp. 69-77.

Craig, E. ed. (1988b). Psychotherapy for Freedom: The Daseinsanalytic Way in Psychology and Psychoanalysis. Special issue of Humanistic Psychologist 16(1).

Freud, S. (1900). The Interpretation of Dreams. Standard Edition, vols. 4 and 5. London: Hogarth Press, 1953.

Freud, S. (1933). New Introductory Lectures on Psychoanalysis. Standard Edition. Vol. 22. pp. 1-182, Hogarth Press, 1964.

Husserl, E. (1962). Ideas: General Introduction to Pure Phenomenology, trans. W. R. Boyce Gibson. New York: Collier.

Stern, P. (1972). Dreams: The Radiant Children of the Night. In In Praise of Madness. New York: Norton, pp. 39-60.

Stern, P. (1979). Introduction to the English Translation. In Existential Foundations of Medicine and Psychology, ed. M. Boss. New York: Aronson.


Yorumlar

Popüler Yayınlar