Kayıplara Yas/lanmak




"Hiçbir şey gösterişsiz değildir, bir cesedin görünüşü bile." - E. M. Cioran [Çeviri: Ali Hasar] 

Ölenle ölünmez. Çünkü kendimizi hep biraz daha fazla severiz. Gerçek, budur. Lakin uygunsuz bir gerçek değildir bu. Yaşamın olağan devinimi böyledir.

Ölenle ölmeyiz ama dışarıda ölenin içimizdeki durumu nicedir? İçeride de ölür mü o kişi/şey? Somut  bir varlığın yok oluşunu kolaylıkla işaret edebilir ve anlayabiliriz. Canlı bir vücut öldüğünde cesede dönüşecektir mesela. Bir süre sonra da gömülecektir. Fakat içeride yer tutan şeyi işaret edemeyişimiz, kaybı ve yarattığı kederi anlamlandırma konusunda birtakım güçlükler çıkarır bize. Öncelikle kaybı içimize kabul ettirmek, boşalan yeri anlamlandırabilmek ve sonra da mümkünse yeni bir nesne ile doldurabilmek vakit alır. Üstelik sadece vakit değil aynı zamanda çaba da gerektirir.

Kayıplara yas/lanmak: İki anlam mevcut bu öbekte. Kaybettiğimiz nesne(ler), kendisine varlığımızı yasladığımız, ona yaslandığımız şey(ler)dir evvela. İkinci olarak, kaybettiğimiz şey(ler)in, ölerek içimizde yarattığı boşluğu anlayabilmek için yas tutarız, o nesne(ler) için "yaslanırız". 

Juan David Nasio: Türkiye’de sadece Lacancı psikanalistlerin ara sıra bahsettiği, kanımca yeterli ilgiyi görememiş Arjantin asıllı Lacancı bir psikanalist. İmge Yayınlarından çıkan Aşk Acısı isimli kitabında kaybedişin, yasın psikodinamiğini teorik, klinik ve -yer yer- şiirsel ve fenomenolojik bir duyarlılık ile ortaya koyuyor. Nasio’yu diğer psikanalistlerden ayıran en önemli özellik, hazırladığı kitapların oldukça eğitici ve sistematik olması. Meselesini şemalarla, grafiklerle anlatmaya çabalar. Klinik deneyimini derin teori bilgisiyle ustaca pekiştirir. Bu yazı, Nasio’nun Aşk Acısı kitabını temel alarak, kendi içinde tutarlılık ısrarında bulunmayan fragmanlar şeklinde, kaybın, kaybedilenin bizde yarattığı duygudurumların -özellikle ‘acı’ duygusunun- ve bir süreç olarak yasın peşine düşecek.

Acı, Anlamı Olmayan Bir Şeydir


Acının kendi başına bir değeri ve anlamı yoktur. İşte orada, içimizde durmaktadır. Boğazımızda bir düğüm, midemizde bir yumru gibi. Acı, ancak sembolize edildiğinde yani dile geldiğinde ve akabinde başka bir zihin tarafından anlamlandırıldığında değer kazanır. Acı söze döküldüğünde kendi gerçekliğinden çıkar ve sindirilmeye hazır hale gelir. Bu, acıyla yegâne başa çıkma stratejisidir. Öyleyse: sembolize edilemeyen şey (acı), metabolize edilemez (sindirilemez).

Acı Bir Sınır Olgusudur

Acı, beden ile psişenin (zihin/ruh) sınır bölgesinde yaşanır. Ne tam olarak bedene ne de tam anlamıyla zihne aittir. O zaman bedensel acı ile ruhsal acının temelde aynı şey olduğunu söyleyebiliriz. Kayıp, bedensel de ruhsal da olsa sevilen bir nesnenin yitimi demek olup bizde bir kopuş yaşatır ve bizi acıya gark eder. Her acı, aşk acısıdır öyleyse. Çünkü her acıda sevilen bir şey yitirilmiştir.

Hoşnutsuzluk Acı Gibi Değildir 

İki ilkeyle yaşarız: haz ilkesi ve gerçeklik ilkesi. Haz ilkesi, yaşama enerjimizi dengeler ve bizi yaşamdan hoşnut bir pozisyonda tutmaya çalışır. Hoşnutsuzluk duygusu, kontrol edilebilen acı deneyimidir ve haz İlkesinin denetimindedir. Ancak acı duygusu, gerçeklik ilkesinin sert duvarlarına çarpar yüzümüzü. Artık bir dengeden bahsedilemez. İtkilerimiz perişan haldedir. Kozmos dağılır ve bir kaos hüküm sürmeye başlar içimizde. İşte acı, yoldan çıkmış, olağan ritminden sapmış itkilerin karmaşasını bilincin kendiliğinden algılamasıdır.

Acı Deliliğin Panzehiridir 

Kayıp -özellikle ani kayıp- travmatiktir. Travma sessiz bir yaşantıdır. Şok ile birlikte gelir. Sevilen nesnesini ansızın kaybeden kişinin içinde yaşananlar hemen hemen şöyledir: Dış nesne artık yoktur. Bu telafi edilemez bir gerçektir. Kişi bu gerçeği bilir ama anlayamaz. Anlayabilmek için içe kapanır. Dış nesnenin içerideki temsiline sığınır [dışarıdaki yoksa içerideki vardır]. Bununla yetin(e)mez. İçerideki diğer nesne temsillerine (mesela iş-güç, ev temizliği, yemek yemek, uyumak vb.) yatırdığı enerjiyi geri çeker ve bu enerjiyi kaybedilen nesnenin iç temsili etrafına yığar. Artık neredeyse tek bir nesne temsili vardır o kişi için: o da kaybedilen nesnenin iç temsili! Bu enerjinin geri çekilme [dekateksis] eylemi kişiye ilk acı verici şeydir; oldukça sarsıcıdır. Acı veren ikinci şey ise kaybedilen nesnenin iç temsili üzerine yapılan aşırı enerji yatırımıdır [hiperkateksis]. Benlik, kaybettiği nesnenin yokluğunu içeride büyüterek telafi etmeye çalışır sanki ve bu işlemi zorunlu olarak otistik, kendi üzerine katlanmış bir şekilde yapa(bili)r. Kimseyle konuşmak istemez yaslı olan. Dünyaya lanetler okur. Yalnız kalmak ister. Çünkü kaybedilen öteki içeride yaşarken, dışarıda yokluğu tecrübe edilmektedir. Bu oldukça sinir bozucu bir paradokstur.

Peki, acı ne işe yaramaktadır burada? [ya da acı işe yarayan bir şey midir?] Aşk acısı, sarsılan benliğin kendini yeniden bulmaya çabalarken gösterdiği sağlıklı bir tepkidir: Kişinin hiçliğe yuvarlanmasına, gerçekliğin dağılması demek olan psikoza yani deliliğe sürüklenmesine engel olan bir tepki. Acının yaşanması, yaşanarak azaltılması gerekir.

Hayalet Sevgili 

Enerji yok olmaz; dönüşür. Yeteri kadar işlenmemiş enerjiyle dolu acı pıhtılaşır ve dolaşım/dönüşüm sağlanamaz olur. Söz gelimi ölen kişinin ismi söylenir ama duymazlıktan gelir. Bir yerde bir fotoğrafına denk gelir, öfkelenir. Evet, öfke! Onu neden bu halde bırakmıştır ölen kişi? Buna hakkı var mıdır? Nasıl olur da ölür? İçten içe yaşanan bu duygular dile dökülmediğinde ya da dondurulduğunda patolojiye dönüşür. Patolojik yaslı kişi, kaybı sindiremez ve onu diri diri içine gömer. Ama bu durum, kaybın ve onun acısının toprağa karışıp gittiği anlamına da gelmez. Kendisine bu türden aşırı enerji yatırılan bir kayıp nesnenin iç temsili dışarı fırlar. İç nesne artık dışarıda dolaşan bir hayalete dönüşür: hayalet sevgiliye. Çok sevdiği birini yitirenler, ölen kişinin kendisine gösterildiğini ya da bir uzvunu kaybedenler yıllar sonra o olmayan uzvun kaşındığını söylerler. Doğrudur, ama bu birileri tarafından yapılmaz. Bu hayalet hissi yaratan, kişinin işlenmemiş ve dışarıya fırlamış acısıdır. Ölen kişi/kaybedilen uzuv patolojik yasta olan biri için her yerdedir. O acı bir işlenebilse, ölen kişi mezarına, sadece iyi anılardaki yerine dönebilecektir.

Arzu Deliği 

Peki, kimdir bizi hayaletlere mahkûm eden, perişan eden bu sevgili? Bunu nasıl yapar? Onu nasıl olmuştur da 'her şeyimiz' yapmışızdır? Başka biri ona kıyasla nasıl olur da bir 'hiç' değerindedir? Arzudan bahsetmeliyiz burada. Arzu bir içsel gerilimdir. İhtiyaç ile talep arasına yerleşir ve amacı tatmine ulaşmaktır. Tatmin olana dek bizi tatminsiz bırakır. Çaba, hırs, cesaret, yaşam enerjisi, umut, iyileşme ve aşk gibi yaşantılarımızı arzunun bizi tatminsiz bırakışına borçluyuz. O zaman sevgilimiz bizi tatmin ettiği için mi bu kadar önemlidir? Hayır; sevgilimize bizi kısmen tatmin ama ekseriyetle tatminsiz bıraktığı için bu denli bağlanırız. Arzuyu düz bir çizgi olarak düşünmeyin der, Nasio. Bir delik gibidir arzu; spirallerle örülü, gittikçe derinleşen. Bu delik hiçbir zaman dolmaz; sadece üstü bazı nesnelerle kapatılabilir. İşte sevgilimiz arzu deliğimizi kapatmakla ve bizi tatminsiz bırakmakla her şeyimiz oluverir. Bizi tam anlamıyla tatmin ederse, öneminden, değerinden kaybedecektir [evlilik, söz gelimi doğrudan aşkı öldürmese de, tatmin hissine sebep olacak ortamı yaratır]. Sevilen kişi öldüğünde arzu deliğimizin üzeri açılır ve benliğimiz sarsılır. İçeriye dengeleyici değil çoraklaştırıcı tatminsizlik dolar. Artık arzumuzu, yarattığı tatminsizlikle tatmin eden varlık yoktur.

Son 

Acı, görüldüğü üzere basit bir kayıp duygusu değildir. Dışarıdaki kaybedilen nesneyle ilgili olmasının yanında kişinin içinin keşmekeşliğiyle de ilgilidir. Acı, bizi seçtiğimiz kişiye bağlayan düşlemimizin hüsrana uğramasına karşı geliştirdiğimiz kâh gürültülü kâh sessiz bir bedduadır. 

Söylemekten neden çekinelim: Hiçbir yas tam olarak atlatılamaz.

Uzm. Psk. Gökhan Özcan















Yorumlar

Popüler Yayınlar