Paterson: Şairin Kurduğu Dünya





Yönetmenliğini Jim Jarmusch’un yaptığı, 2016 yapımlı bir film olan Paterson, Paterson [Adam Driver] isimli bir otobüs şoförünün yedi gününü anlatmaktadır. Paterson, eşi Laura [Gülşifte Ferahani] ve köpeği Marvin ile şirin ve küçük bir evde, New Jersey’nin Paterson isimli bir şehrinin banliyösünde yaşamaktadır. Laura evinin perdelerini, halılarını sıradışı görsel zevkine göre boyayan, neşeyle cupcake’ler yapan, her gece gördüğü rüyaları sabah uyandığında kocasına anlatan, country müzik yıldızı olmak isteyen, enerjik ve mistik bir kadındır. Marvin, kıskanç bir İngiliz bulldogtur. Otobüs şoförü olan Paterson ise Zen budisti sakinliğinde, ötimik bir mizaca sahip, eşiyle dengeli ve empatik bir ilişkisi olan, rutinlerine sadık biridir.

Paterson’ın günlük rutini şöyledir: 6:30’da kalkar, mısır gevreğinden ibaret klasik Amerikan kahvaltısını yaptıktan sonra sefere çıkar, gün içinde boşluk bulduğu vakitlerde şiir yazar, eve döndüğünde ise köpeği Marvin’i dışarı çıkartır, müdavimi olduğu bir barda bira içer ve evine göri döner. Paterson’ın, filmin ilerleyen sahnelerinde, kendisiyle aynı şehirde yaşamış şair William Carlos Williams hayranı olduğunu öğreniriz. Sürekli yanında taşıdığı defterine gün boyunca parça parça dizeler aktarır Paterson. Laura bu şiirleri ‘’dünya’’ ile paylaşma konusunda eşini ikna etmeye çalışır. Laura ne kadar hayalci ve heyecanlı ise Paterson da o kadar şimdiki haliyle yetinen ve fazlasına minnet etmeyen biridir.

Paterson, seferleri sırasında yolcuların konuşmalarına şahit olur. Bu konuşmalar, hapse atılan bir boksör, cadılar bayramı planları, anarşist bir suikastçının ölümü, bir adamın barbekü partisinde bir kadınla tanışması gibi, Jarmusch’un diğer filmlerinde de sıkça görebileceğimiz uzayıp giden gündelik laflamalardır. Paterson, bu konuşmalara şoför kabininde zaman zaman gülümseyerek yanıtlar verir. Başka benliklerin hikayelerine oldukça meraklıdır. Ancak bu gözetleyici değil; iyicil bir meraktır. Bu merak bir anlamda dış dünyayı, olduğu haliyle dingin bir biçimde içselleştirme isteğidir. Her gün yaptığı otobüs seferlerinde oturduğu şoför kabini, Paterson için gözlem yapacak ve bu gözlemleri içselleştirecek ve zihnini şiirleri için ilhama uygun hale getirecek bir boşlukta serbest gezinmesini sağlayabilecek bir laboratuvar gibidir. Bu sebeple Paterson’ı şoförlükten bıktığından bahsederken görmeyiz hiç; işe vaktinde ve istekli gitmekte, seferleri esnasında sıkılmış gibi görünmemektedir.

Paterson’ın şiirlerindeki ve yaşamı deneyimlemesindeki duruluğun filmin merkezi öneme sahip yönünü oluşturduğunu düşünmekteyiz. Bu yazıda, Paterson’ın yazdığı bazı şiirleri, yaşantıları bağlamında değerlendirmeye ve bazı psikolojik-edebi çıkarımlara ulaşmaya çalışacağız.

Kibrit Kutusu

Film, pazartesi günü, Laura’nın gördüğü bir rüya ile başlar. Laura, rüyasında, yetişkin yaşa ulaşmış ikiz çocuklarının olduğunu görür ve uyanır uyanmaz eşine ikiz çocukları olmasını isteyip istemediğini sorar. Paterson, eşini sonrasında gülümseten, ‘’Elbette isterim, ikimiz için de birer tane.’’ şeklinde empatik ve mizahi bir cevap verir. Paterson’ın kahvaltı yaptığı sırada gözüne Ohio Blue Tip marka bir kibrit ilişir. Kibriti eline alır ve bir süre inceler. Evinden çıkar, otobüs garajına gider. Şoför koltuğuna oturur ve ilk şiirinin birkaç dizesini yazmaya koyulur.

Paterson, öğle molasında, içerisinde bir şelalenin aktığı bir parkta oturup, karısının fotoğrafı bulunan yemek kutusunu açıp sandviçini atıştırırken şiirini yazmaya devam eder. Başlığı ‘Aşk Şiiri’ (Love Poem)’dir.

Evimizde çok kibrit var. 
Onları her zaman el altında tutarız. 
Şu anki gözde markamız Ohio Blue Tip. 
Bununla birlikte Diomand markasını kullanmayı tercih ederdik 
Ki bu Ohio Blue Tip kibritlerini keşfetmeden önceydi. 
Onlar koyu ve açık mavi, beyaz etiketli 
Küçük kutulara mükemmel şekilde paketlenmiş. 
Üzerindeki kelimeler megafon şeklinde yazılmış. 
Sanki dünyaya bağırarak söylemek istercesine: 
İşte dünyadaki en güzel kibrit, 3 cm uzunluğunda 
Yumuşak çam gövdesi 
Grimsi koyu mor bir takkeyle sarılmış 
Öylesine süssüz, öfkeli ve delicesine yanmaya meyilli. 
Belki de sevdiğiniz kadının sigarasını ilk kez yakmak için. 
Ve gerçekten de hiçbir zaman aynısı tekrar olamayacak şekilde. 
İşte sana vereceğim bütün her şeyim… 

Bir aşk şiiri için oldukça yalın dizelere sahip olan bu şiirin garipsenmesi ilk elde bizi şaşırtmaz. Çünkü içerisinde abartılı duygu yüklü cümleler, mecazlar, yoğun benzetmeler ya da sembolizm barındırmamaktadır. Son üç dizeye dek bir kibrit, farklı yönleriyle betimlenmektedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, betimlemesi yapılan bu kibritin herhangi, sıradan bir kibrit olmamasıdır. Bu, Paterson’ın öznelliğindeki kibrittir. Kibrit, şiirde başka nesneleri ve duyguları temsil etmemektedir; kibrit kibrittir. Ancak bu yalın fenomenal anlatım içerisinde Paterson’ın kibritle kurduğu bağı, yaşantısı içerisinde ona ifade ettiği anlamı özellikle son üç dizede yalın bir şekilde kavrarız: ‘’Belki de sevdiğiniz kadının sigarasını ilk kez yakmak için/Ve gerçekten de hiçbir zaman aynısı tekrar olamayacak şekilde/İşte sana vereceğim bütün her şeyim…’’

Betimlenimi sonrasında, son üç dizede, önceki dizelerden farklı olarak, kibritin daha derin, yorumsayıcı bir düzeydeki anlamını yakalarız: Delicesine yanmaya meyilli, süssüz bu kibritle sevilen kadının sigarasını ilk kez yakma anının eşsizliğinin bilinci. Öyle bir andır ki, tekrarlanamaz ve öyle bir andır ki adamın kadına verebileceği tek şey budur. Kadraja bu sırada Paterson’ın yemek kutusunda taşıdığı eşinin fotoğrafı girer. Kibrit, artık Paterson için sabahleyin masada gördüğü sıradan bir kibrit olmaktan çıkmış, aşkın kendisinde tezahür ettiği (temsil edildiği değil) bir nesne halini almıştır. Paterson kibriti önemser çünkü kibrit sevdiği kadınla kurduğu yaşantı ve birlikte paylaştıkları evin içerisinde bulunmaktadır.

Şair Lale Müldür bir söyleşisinde şiir yazma serüvenine nasıl başladığını anlatmaktadır. Henüz sekiz-dokuz yaşlarındayken pencereden dışarıyı seyrettiğini ve gördüğü, işittiği, deneyimlediği şeyleri farklı biçimlerde yazıya dökmeye çalıştığını aktarır. Bu kanaatimizce, tam da Paterson’ın şiir yazma edimindeki gibi, somut, gündelik yaşantılar üzerinden yaratılan fenomenolojik bir meditasyon alanında içsel çalışma yapmak demektir. Şiirin bu itibarla gündelik yaşantının yüzeyinde, fark edilmeyen öznelliği ve örtük bilinç içeriğini (duygu ve düşünceleri) açığa çıkarttığını söyleyebiliriz. Elbette, şiiri şiir yapan tüm deneyimlerin olduğu gibi aktarılması değildir; sanatın sanat olabilmesi için aynı zamanda mesafe aldığımız öznelliğimizi bir şekilde okuyucu için birtakım dil teknikleriyle ilgi çekici hale getirmemiz de gerekmektedir. Örneğin Paterson’ın şiirindeki ‘’Belki de sevdiğiniz kadının sigarasını ilk kez yakmak için’’ son dizesi olmasaydı, bu şiir salt bir kibrit betimlemesi olarak kalacak ve muhtemelen sanatsallığı sorgulanabilir olacaktı. Bu tartışma belki başka bir yazının konusu olabilir.

Bir Bardağa Bakmak


Paterson’ın başka bir şiiriyle devam edelim. Bu şiirin başlığı ‘Başka Bir Tane’ (Another One).

Küçük bir çocukken üç boyutun olduğunu öğrenirsin. 
Yükseklik, derinlik ve genişlik. 
Ayakkabı kutusu gibi. 
Sonra dördüncü bir boyut olduğunu işitirsin: 
Zaman. 
Hmm. 
Sonra bazıları da der ki 
Beşinci, altıncı, yedinci boyut da vardır. 
Mesai bitti. 
Barda bir bira var. 
Bardağa bakıyorum ve mutlu hissediyorum. 

Şiir, bir döneme dek çocuk için sadece üç boyutun olduğunu ve bir süre sonra dördüncü boyut olan zamanın hissedilir olduğundan bahsederek başlar. Hatta zamanın ötesinde farklı boyutların da olduğunu söyleyenler vardır. Paterson’ın bu şiiri yazdığı günün sabahında, eşinin rüyasında kendisini eski İran’da gümüş renkli bir filin üzerinde görmesi; mesaisinin bitimi; arkadaşlarından, yaşlanmakta olan kişilerin daha fazla hobisi olması gerektiğini öğrenen eşinin gitar almayı istemesi ve ünlü bir müzisyen olma hayali, Paterson’a zamanın geçici doğasını hissettirmiş olabilir. Fakat bu geçicilik Paterson’ı kaygılandırmaz. O, yine de her akşam barda içtiği bira bardağına bakıp mutlu hissetmektedir.

Paterson zamanın içerisinde kendiliğinden ve dingin bir şekilde salınmaktadır. Biten mesaisinin muhtemel yorgunluğunu şikayete dönüştürmemekte ve kimse hakkında dedikodu yapmamaktadır. Hatta dedikodu yapmayı kolaylaştıracak bir telefonu bile yoktur. Başkalarını ve kendisini olduğu haliyle kabul eder gibi görünmektedir. Nitekim gündelik şikayetlenmeler ve yakınmalar, geçmişe yönelik pişmanlıklar ya da gelecekle ilgili bitip tükenmez endişeler, zamanı fenomenolojik düzeyde, şimdi ve burada deneyimleyememenin belirtileri olarak görülebilir; bir bardağa bakıp mutlu olabilmekse şimdi ve burada olabilmek, bardağa bakmak dışındaki diğer tüm yaşantıları paranteze alabilmekle mümkündür ve sadece bu takdirde, olmuş olanı (geçmiş), olanı (şimdi) ve olacak olanı (gelecek) kabullenmekten biraz da olsa bahsedilebilir.

Gün Işığı


Senden önce uyandığımda ve sen 
Ve sen bana yüzünü dönünce, yüzün 
Yüzün yastıkta ve saçların da dağınıkken 
Cüret ettim ve sana baktım. 
Aşkla büyülenmiş bir vaziyette ve korkuyla 
Gözlerini açarsın da gün ışığından ürkersin diye ceylanım. 
Ama belki de gün ışığı olmasaydı 
Göğsümün ve kafamın senin için nasıl gümbürdediğini duyacaktın. 
Ve onların gürültüsünün içimde 
Sanki henüz dünyaya gelmemiş ve gün ışığını asla göremeyeceğinden korkan 
Bir çocuk gibi nasıl sıkıştığını görecektin. 
Duvardaki açıklık loş bir şekilde parlıyor. 
Hava yağmurlu, mavi ve gri. Ayakkabılarımı bağlıyorum 
Ve kahve koymak için aşağıya iniyorum. 

Şiirsel-yorumsayıcı fenomenolojik bir çalışmada dış dünyanın öznelleştirilme tarzı kritik bir meseledir. Bu tarz bir çalışmada dış dünyaya getirilen yorum ne dışarıdan ne de içeriden tam anlamıyla kopuk olmamalı, iki gerçeklik de öznenin farkındalığıyla dengelenmelidir. ‘Parıltı’ (Glove) şiiri önceki şiirler gibi yalın bir betimleme ile başlamaktadır. Yorumsayıcılık tam da budur; öncesinde betimlemeyi mutlaka barındırmalıdır. Ancak yorumsayıcılık yalnızca betimlemeyle de yetinmeyecek, kurduğu bağlantılarla bu betimleme zemininde farklı anlam katmanlarını yakalamaya çalışacaktır. Eşinin uyurkenki yüzünü ve saçlarını izleyen Paterson, ona bir korku ve aşk içerisinde bakma cüreti gösterir. Korkusu, bir gün ışığının onu uyandırma ihtimalidir. Eşi, gün ışığı tarafından uyandırılmasa bile Paterson’ın aşktan çarpan kalbinin gümbürtüsüyle bir şekilde yine uyandırılma riskiyle karşı karşıyadır. Paterson burada basit bir gün ışığına bambaşka bir yorum getirmiştir. Şiir havanın tasviri, ayakkabılarını bağlaması ve kahvaltı yapmak için aşağı inmesiyle sona erer.

Paterson birkaç dakika süren bu sahneyi derinlemesine betimleyerek ve yorumsayarak şiirsel bir anlatım elde etmiştir. Buradaki kilit nokta belki de hissediştir. Bu anlatım teknik bir kurgudan ziyade hisseden bir benliğin dış dünyadaki hareketlenmeleri ve eş zamanlı olarak kendindeki hissedişleri fenomenolojik bir tarzda izleyebilme becerisini gerektirmektedir. İyi şairleri/psikoterapistleri diğerlerinden daha iyi yapan şeyin, benliklerinde yerleşiklik ve olgunluk kazanmış fenomenolojik bakışı kullanabilmeleri olduğunu neden varsaymayalım?

Sonuç Yerine


Paterson’ın şiirleri vasıtasıyla sonuç yerine şunları söyleyebiliriz: İlk aşamasında betimlemeyi esas almayan ağır sembolizm ve dil oyunları, kanaatimizce hem sanatta hem de psikoloji ve psikoterapi uygulamalarında bir eserin/kişinin anlaşılmasını güçleştirme riski barındırmaktadır. Bu, hem anlatıcı (sanatçı/danışan) hem de ona muhatap olanın (sanatsever/psikoterapist) paylaştığı ortak bir risktir. Şiirini yahut bir filmini kapalı bir imgesellik ve dil oyunlarıyla dokuyan sanatçının yahut yaşantılarını çağrışımsal/düşünsel bağlantılarıyla karmaşıklaştırarak aktaran danışanın kendisini anlaşılmamış hissetmesi kaçınılmaz olduğu gibi, bu kapalı imgeselliği açmaya çalışırken yorumlamayı abartan sanatseverin ya da danışanının yaşantısını birtakım teorik varsayımlar eşliğinde dinleyen psikoterapistin yanılması da kaçınılmazdır.

İlk başta önemi yokmuş gibi görünen bazı gündelik yaşamsal detayları incelikle görme ve anlama gayreti, ağır sembolizmin ve dil oyunlarının yarattığı riski ortadan kaldırmasa da azaltabilir. Fakat sadelik içerisinde detayları varsayımsız görebilmek ağır sembolizm kullanmaktan daha zor bir eylemdir. Çünkü geliştirdiği kalıplarıyla kanıksadığı bir dünyayı yaşamakta beis görmeyen bir şair/psikoterapist, anlamı önceden belirlenmiş biçimlerden ya da kuramlardan ayrı düştüğünde kendisini bir okyanusun ortasında sürüklenen rotasız, dümensiz bir gemideymiş gibi kaygılı hisseder. Kaygı, ister istemez daha önceden birilerince oluşturulmuş bazı kalıplara sığınmaya teşvik eder. Bu kalıplar kullanıldığında kaygı azalır ancak artık yaşamsal detayların fenomenal yönleri de gözden kaçırılır. Paterson, sonuç olarak öznel dünyasının fenomenal alanına bakabilme sadeliği, kabiliyeti ve yürekliliğine sahip, şiirsel bir benliktir.

Not: Bu yazı "Şairin Kurduğu Dünya: Paterson Filmi Üzerine Fenomenolojik Bir Çalışma" başlığıyla Dinlenen Ben Rüya ve Terapi Dergisi'nin 8-9 birleşik sayısında yayımlanmıştır.

Uzm. Psk. Gökhan Özcan

Yorumlar

Popüler Yayınlar