Açık Yaraları Kapamak



Sağaltıcı Bir Teknik Olarak Psikosoybilim 

Ruhsal Miras

Lars Von Trier’in sarsıcı filmlerinden biri olan Manderlay (2005)'in henüz başlarında, filmin beyaz ve naif genç karakteri Grace, Afro-Amerikan bir ailenin yaşam standartlarını öğrenmeye çalışırken hiyerarşik ve önlenemez bir dayak atma olayına şahit olur: Victoria, en büyük oğlu Ed’i küflü bir kurabiye çaldığı için dövmeye başlar; sonra Ed bir küçük kardeşi Milton’ı, Milton da bir küçük kardeşi Willie’yi döver; Willie ise öfkesini besin zincirinin en alt sırasında yer alan Claire’den çıkarır. Bu sahne ve sahne betimlemesinde geçen, içerisinde Trier kurnazlığını rahatça sezebildiğimiz, ‘hiyerarşik ve önlenemez’ açıklaması, ‘kuşaklar-arası/kuşaklar-ötesi’ aktarımların aile bireyleri üzerinde yarattığı fiziksel/ruhsal girdabı anlamamızı sağlayan mükemmel bir dramatik örnektir.

Bizden öncekiler olumlu ya da olumsuz, bize mutlaka bir şeyler bırakır. Mesele, üstümüze belki de hiç istemediğimiz halde bırakılan bu kalıt ile ne yapacağımızdır. Ret mi yoksa kabul mü edeceğiz? Ret ya da kabul, bakiyenin bilinçli olarak fark edebildiğimiz kısmına gösterdiğimiz bir reaksiyondur. Peki ya hiç fark edemediklerimiz? Hiç sevmediğimiz birinin izlerini, reddettiğimiz halde taşıyor olamaz mıyız? Yüzünü bile görmeye tahammül edemediğimiz bir yakınımıza çok benzetildiğimiz hiç olmaz mı? Aynı tür kazalarda ve hatta aynı günlerde ölen akrabalar peki? Tarihe tekerrürü sevdiren ya bizden önce bizi bir şekilde etkileyen insanlar ve olaylar ve bizim bunları fark edemeden yaşamımıza katışımızsa?

Fiziksel miras hukukun, ruhsal miras ise ruh bilimin konusudur. Ruhsal mirasın sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı sorunsalı, o mirası devralan bireyin şimdi ve burada’sını kökten etkiler. Bu etkilenmeleri sorgulamak ve farkındalığına sahip olmak, bir ruhbilim üstadı olan Anne Ancelin Schützenberger’in ‘psikosoybilim’ [psychogenealogie] ismini verdiği psikoterapi tekniği ile mümkün olabilmektedir.* Schützenberger’in ifadesiyle psikosoybilim sözlü olmayan ama bir şekilde hep peşimizde olan kronik öksürük, bayılma, ortak tarihlerde yapılan kazalar gibi ‘bedensel kaçaklar’ üzerine kuruludur. Klinik psikosoybilimde ailenin ruhsal tarihinde yaşanan travmalar, kazalar, suçluluklar, tamamlanamayan yaslar, sırlar, dile getirilemeyenler, kayıplar üzerinde çalışılmak üzere mahzenlerinden çıkartılır ve danışanda yaratılacak farkındalık ile birlikte mevcut ve gelecek nesiller üzerindeki olumsuz etkileri azaltılmaya, yok edilmeye çalışılır.

Olgular İnatçıdır


‘Olgular inatçıdır.’ der Schützenberger. Doğup doğmak istemediğimiz bize sorulmaz. Yaşamımızın sonuna değin kendisiyle anılacağımız ismimizi dahi başkaları belirler. Bakıcıya olan derin bağlılığımız/bağımlılığımız çok sonraları azalır. Kendi özerkliğini kazanması, öznenin belirli ruhsal/fiziksel aşamaları kat etmesi ile mümkündür. Yani şu: önce memeden, sonra anneden ve nihayetinde evden ayrılma, kendisine yeterli bir hayal kırıklığı sürecini de eklemleyerek özneyi büyüten, kendiliğinin çekirdeğini sağlamlaştıran olgular, aşamalar olarak düşünülebilir ve elbette hepsi de inatçı ve meşakkatlidirler. Buradan hareketle değişimin sancılı bir süreç olduğu açıkça görülebilir.

‘Grup dinamiği’ ve ‘eylem araştırması’ kavramlarının yaratıcısı bir psikososyolog olan Kurt Lewin, ‘Her şey yarı sabit bir denge içindedir.’ der. Lewin’in, değişimin topolojisi üzerine kurduğu bu cümleye göre, her durgun görünen durum mevcut kuvvetlerin toplamından başka bir şey değildir. O zaman dengesizlik, metaforik olarak bir anlık göz seğirmesine, anlık bir iç geçirmeye bağlıdır. O zaman her şey değişir. Kalıcılık düşüncesi, sahte bir güvenlik durumudur. Hayat sadece görünüşte stabildir. Peki şöyle bir sonuca varmak mümkün müdür: Değişim, bu kuvvetler dengesinin yanılsamasına kapılan kişiler için çok zordur. Her şey değişirken, içsel değişiminden fazlaca ümitsiz olan kişiler, belki de önceki nesillerden kendisine aktarılan bazı şikayetleri tekrar eder dururlar.

Derin Yaşantılar ve Aile Sadakati


Schützenberger’e göre kelimelere dökülmeyenler, felaketlerle iz bırakıp konuşur. Derin yaşantılar, travmalar, sanıldığının aksine sessiz olgulardır. Her şey ortadadır ama sözcükler bunu dile getirmede yetersiz kalır. Ailenin çözümlenememiş, üzerine konuşulamamış derin yaşantıları ve geçmiş travma imgeleri, sonraki kuşaklarda kabuslar, nedeni bilinmeyen tekrar eden davranışlar olarak belirebilir. Bir savaş esnasında boğulan büyük dede, torununa kronik öksürük nöbetleri hediye edebilir, örneğin. Aile hafızası, bedende ortaya çıkar: imgeler, sıcaklık-soğukluk hisleri, kokular yolu ile. Schützenberger’e göre bu imgeler ve hisler basit sanrılar değil, tamamen gerçek yaşantılardır. Üstelik bir sonraki kuşağa değil; on dördüncü kuşak sonrasına dahi aktarılabilecek niteliktedirler. O zaman özne kaçınılmaz bir ruhsal pozisyonun kurbanıdır. Aktarım kendisinden izin alınmadan çoktan gerçekleşmiştir bile. Değiştirebileceğimiz şeyler pek mi azdır? William James, Pragmatizm (2015)'de ‘’Büyük değişiklikler yapabilirsiniz ama Gotik bir kiliseyi Dorik bir tapınağa dönüştüremezsiniz.’’ der.

Schützenberger tam da burada çok önemli bir kavramı devreye sokar: ‘aile sadakati’. İlk refleksimiz gruba ayak uydurmak, herkes gibi yapmaktır. Bilinçli arzularımız ne kadar çok ‘ayrıksı’ olmayı istese de farkında olmadan ailemizin davranış kalıplarını kendi bedenimizde tekrar eder dururuz. Bu bir döngüdür aslında. Söz gelimi, ailesinin istediği her şeyi bilinçli bir şekilde reddeden bir çocuk dahi ailesine olan bağımlılığını tersten ispat ediyor demektir. Ruppert Sheldrake bu duruma ‘morfolojik dalga’, Moreno ‘ortak-bilinç ve ailevi ve grupsal ortak-bilinçaltı’, Giacomo Rizolatti ise ‘ayna nöronlar’ kavramları ile açıklama getirmektedir. Anlıyoruz ki, bu durum sadece aynı aileden olan kişilerde değil, birbirini daha önce tanımayan ancak aynı ortamı/ideali paylaşan gruplarda da ortaya çıkmakta ve bir eş bilinçlilik hali oluşturmaktadır. Schützenberger bu mükerrer ruhsal tarihi ‘genososyogram’ ismini verdiği bir teknik ile geriye doğru haritalandırma yaparak danışana fark ettirmeye çalışır. Schützenberger psikodramayı da kullanır. Psikodrama, bireye, yaşanması ve sona ermesi hasebiyle değiştiremeyeceği geçmişi yani ‘gerçeklik fazlası’nı [surplus de realite] yeniden, bireysel psikoterapiden farklı biçimde, bedensel olarak deneyimletir. Sadece geçmiş yoktur, psikodramada. Danışan şimdiki ruhsal gerçekliğine ‘geleceğe yansıtma’ tekniği ile gelecek zamanı da deneyimletebilir. Psikodramada gelecek adına alternatif gerçeklikler yaratılması, geçmişi, şimdiyi ve geleceği restore eder.

Yeterli ise Güvenlidir 

Yaşamı sürdürme deneyimimiz temel güvenlik duygusu olmadan devam edemez. 0-2 yaş aralığı, tüm gelişim teorilerinin vurgu yaptığı üzere temel güvenin ya da güvensizliğin oluştuğu dönemdir. Winnicott’un ‘yeteri kadar iyi anne’ [good-enough mother], ve ‘kapsama’ [holding] kavramları, öznenin özgür ve güvende hissedebilmesi için öteki tarafından yeteri kadar önemsenme ve kapsanma ihtiyacının ne denli önemli olduğunu anlatmaktadır. Japonyalı psikoterapist Hidefumi Kotani’nin ‘güvenli alan’ [safe place] kavramı ise danışanın bir terapist huzurunda derin ruhsal bölgeleri ile ilgili konuşabilmesi, kendine ötekini tanık tutabilmesinin ancak tam güvenli alanın garantilenmesiyle mümkün olabileceğini anlatır. Psikodramada protagonist, yani çalışılan oyunun ana karakteri olan kişi ‘sıcak sandalyede’ oturmaktadır; daha farklı bir benzetmeyle, protagonist/analizan/danışan bir nevi ‘koma’ halindedir. Ona titizlikle yaklaşılmalı, vahşi analitik müdahaleler yapmaktan kaçınılmalıdır.

Dokunma ve deri, temel güvenliğin en önemli sağlayıcılarıdır (bkz. Didier Anzieu, Deri-Ben). Anne çocuğuna dokunduğunda, onu emzirdiğinde sadece beslemiş olmaz; çocuk için beslenmekten ziyade ‘sevgi ile beslenmek’ daha önemlidir. Artık hayatta olmayan birine dokunmak, kendi süreçlerini o kişiyle konuşmak, ondan aldıklarımızın ve ona verdiklerimizin muhasebesini yapmak mümkün değildir. Mümkün olan bir şey varsa o da ailemizin, bizden önceki nesillerin üzerine konuşmaktan çekindiği hatalarının ve açık yaralarının olduğunu ve bizim de bu hata ve yaralar ile malul olabileceğimizi kabullenmek, ardından açık kalan bu yaraları ve kapıları kapamaktır.

*İş Bankası Yayınları tarafından Haziran 2016’da basılan Psikosoybilim, Schützenberger’in Türkçe’deki ikinci kitabı.

Not: Bu yazı Ayraç Kitap Dergisi'nin 84. sayısında yayınlanmıştır.

Uzm. Psk. Gökhan Özcan




























Yorumlar

Popüler Yayınlar