Pencereler: İnsanın Öte-beriliğine Psikanalitik Bir Bakış
Seated Woman, Back Turned to the Open Window, Henri Matisse, 1922 |
Ah! Pencere, beklemenin ölçüsü
Sen ki ayırıyorsun ve cezbediyorsun.
Rainer Maria Rilke
Ara(f)dalığımızı temsil eden bazı semboller vardır. Pencere, bir sınır formu olan insanı betimleyen en uygun sembollerden biridir. Yeri gelir açılarak içerinin/berinin havalanmasını sağlar, yeri gelir kapatılarak içeriyi birtakım dışarı/öte tehlike ve tehditlerden korur. Romantize edilmesi de boşuna değildir pencerenin. Güvenli beriden tehlikeli öteye, sıkıcı/boğucu beriden arzu edilen öteye nazar etmemizi sağlar. Ya penceresizlik? Leibniz’in monadları gibi kendi içine kapanmış, daraltıcı bir mekana hapsedilmiş bir birim olarak nefes alamamak ne korkunçtur değil mi? Bodrum katında yaşayanlar için üzülmemiz bundan mıdır?
J. B. Pontalis: Fransız psikanalist, yazar. İnsanın sınırlarını, bir sınır olarak insanı anlamaya çalışır Pontalis. Bazen psikanalist koltuğunda, bazen yazı masasında, ama hep ötekinin yaşamına ve sözcüklerine yönelmiş dikkatiyle yapar bunu. Pencere tutkunudur kendisi. Seanslarını aldığı odası, yazılarını hazırladığı yazıhanesi hemen pencerenin yanındadır. İnsan ve onun yaşamı ile meşgul olan bir zihnin, sözcükleri sevmesi gibi, beri ile öteyi ayıran, ama aynı zamanda da birleştiren o gizemli nesneyi, pencereyi de sevmesini yadırgamıyoruz elbette. Sözcükler ve pencereler insana açılır nitekim.
Pontalis, Pencereler (2001) kitabında birtakım sözcüklerin peşine düşer. Kendisini ansızın yakalayan/kavrayan sözcüklerdir bunlar. Bazen bir seansta analizanlarından duymuştur bunları, bazense bir kitaptan, sözlükten okumuştur. Kitabın çevirmeni Talat Parman’a göre yeni bir yazınsal tür üretmiştir Pontalis. Hem bir seans dökümüdür yazdıkları, hem de sanki lirik bir nesir. Bu yazıda bir sözcük-bükücü olan Pontalis’in sözcüklerini bükmeye çalışacağız. Pencereler’de bizi çok etkileyen cümlelere şerh düşmeye çalışırken, insanı anla(t)maya çalışacağız.
Düşler ve Düşüşler
-Onları ağır hastalar olarak görüyorum: onlar uyumayı bir zaman kaybı olarak gören erkekler – bunlar her zaman erkeklerdir! (s. 31)
Freud'un 'Düş uykunun bekçisidir.' cümlesini 'Uyku düşün bekçisidir.' şeklinde tekrar yorumlamak mümkün müdür? Düş görebildiğimiz/görebilmek için uyuyor olabilir miyiz? Hiç düş görmeyen insanları hatırlatarak karşı çıkabilirsiniz bu iddiaya; ancak çoğu zaman insanlar anımsamasalar da düş görürler.
Fazla uyumayı eleştiren kişiler vardır: uykusuzlar. Yaşam onlar için hızla akıp giden bir nehirdir. Yaşamın yarısını uyuyarak harcamak istemezler; zaten düş de göremezler. Onlara inanmayın. Bizi uyanık tutan şey uyku ve düştür. Tekrar hatırlayalım: Gerçeklik, düşü taşıyamayanlar içindir. Erkeklerin bu konuda pek de şanslı varlıklar olduklarını söyleyemeyiz.
-Düşler kafanın içinde kalır, karabasan odanın içine yayılır. (s. 35)
Zihne sığ(a)mayan bir kâbus, ürküten bir varsanıdır karabasan. Öyle gerçekçi olabilir ki, kişi, karabasanın kendi zihninin bir üretimi olduğunu unutuverir. Karabasan, uyuyan kişiyi önce felç eder sonra kişinin ağzını eliyle (!) bastırır. Artık nefes almak ve çığlık atmak mümkün değildir. Karabasan ya gerçekliğini yadsıdığımız gölgemizse? Gölge: kabul etmekte güçlük çektiğimiz karanlık yönümüz. Freud gibi söylersek, her bastırılan geri döner. Gündüz bastırdığımız gölgemiz, gece tepemize çullanır. Usulüne uygun gömemediğimiz gerçeklik, gulyabaniler, karabasanlar, ifritler üretir.
Aynı-lık
-Her sabah kendini aynı bulmanın bıkkınlığı. (s. 41)
Yaşamında yeni bir sayfa açmak isteyen kişilerin bazen farklı şehirlere, ülkelere gittiklerine/gitmeyi arzu ettiklerine şahit oluruz. Aklıma hemen şu cümle gelir: ‘’Nereye gidersen git, kendini de beraberinde götüreceksin.’’ Benlikten kurtulamamanın trajedisidir bu. Benliğimiz kendine has özellikleri olan bir mıknatıs gibidir. Dolaştığı mekanlardaki nesneleri kendine çeker ve başka mıknatıs-benliklere doğru çekilir. Eğer mıknatıs-benlikten şikayet ediliyorsa ve değişim bu mıknatıs-benlik üzerinde gerçekleştirilmezse, mekan değiştirmenin bir anlamı yoktur. Aksi takdirde Paris’te ya da Roma’da uyansanız bile kendinizi aynı bulmanın bıkkınlığıyla uyanırsınız.
Göz/Nazar
-Çocuk eğer ‘’majesteleri’’ konumundaysa bu annesinin gözlerindedir, başkalarının ona bakışı onu kral yapar. (s.45)
Bergman’ın Persona (1966) filmindeki o muazzam sahnenin çağrışmaması mümkün müdür bu cümleden sonra? Hani çocuk ile annenin bakışlarının buluştuğu ve çocuğun elini annesine doğru uzattığı o gizemli sahne. Benlik bakışla, bakış da öteki ile kurulur. Lacan’ın ayna evresi de bakma/bakış/göz ile birlikte çekirdek benliğin öteki üzerinden nasıl kurulduğunu anlatır bize.
Ayna evresi sadece çocuk ve ayna ile inşa olunan bir süreç değildir. Şöyle bir fenomenal tasvir yapabiliriz: Çocuk önce aynaya bakar. O zamana dek ilgisini hiç bu denli çekmemiştir ayna. Bir sıçrama anıdır bu. Aynadaki görüntüsünü merakla izler. Dokuzuncu aya kadar aynadaki görüntünün kendisi olduğunu fark edemezken şimdi kendisi tam da karşı(sın)dadır. Heyecan verici! Şaşırtıcı! Çocuk aynaya baktıktan sonra annesinin yüzüne bakar. Burası oldukça mühimdir. Aynada gördüğü suretine anlam vermek ister ve bunu ancak ve ancak annenin nazarı ile yapabilir. Annenin nazarı kapsayıcı, şefkatli ise çocuğun çekirdek kendiliği sağlam bir temelde yapılanacaktır. Ancak depresif/psikotik bir anne söz konusuysa, çocuğa agresif/depresif/hissiz bir nazar ulaşıyorsa, çocuğun kendiliği ve nazarı hasar alacaktır.
Peki, annesel bakış ya çocuğa daimi bir kutsayışla nazar ederse? İşte ‘majesteleri çocuk’ annenin o kutsayıcı bakışından kendini ayıramaz. Çünkü kendini başka türlü tanımlayamaz. Majestedir o, fakat annesine bağımlı ve aynı zamanda yoksunluk hisseden bir majeste! Kutsayıcı annesel bakış, belli bir dönemden sonra yerini kapsayıcı bakışa bırakmalıdır. Kapsamak, yüceltmeden daha sağlıklı ve güvenlidir.
Bilmek/Kavramak
-Kavradığımdan değil de, bildiğimden kaynaklanan bir yorum, yorum değildir. Bilginin neden olduğu körlük, sağırlık. (s. 135)
Pontalis ‘kavrama’ ile ‘bilgi’yi birbirinden ayırt eder. Akıl, bilgisi ile hiç susmaz. Teoriler üretir. Olasılıkları hesaplar. Tartar, tartışır. Sonsuza dek kendini savunabilir. Peki, aklın bu tutumu nereden kaynaklanır? Bir duygudan: korku. Bilgi üretimi, teorik açıklama/tanımlama gibi soyutlama girişimleri öznenin derinleri ile kendisi arasına koyduğu, gerçek kavrayışı imkansız hale getiren engellerdir. Biliş, duyguları yok sayar. Şu halde duygulardan yolu geçmeyen yorumsamalar bilişin pozitivist tavrıyla yetinmek zorunda kalacaktır. Duygu yoksa ilişki yoktur. Başka şekilde ifade edelim: Akıl sadece iliştirir ancak ilişki duygu ile mümkündür. Derin sular korkutur. Çünkü kontrol edilemez, öngörülemez olaylara gebedir. Duygular ve ilişki de korkutur. Çünkü gerçek bir ilişkide ego geri çekilir; özne kendinde başkasına yer açar. Kendisiyle yüzleşir bazen. İşte tüm bu süreçler için cesaret gerekir. Saf bilgi dirençtir, kaçınmadır. Yaşam(ay)a karşı bir direnç.
Düş Kırıklığı
-Eğer annelerimiz düş kırıcı olmasalardı, hayatın bize beklenmedik bir biçimde sunduklarından hiçbir şey alamazdık. (s. 56)
Şaşırmak ve öğrenmek için düş kırıklığı gerek; hiçbir şeyini yitirmemek içinse düşsüz doğmayı/olmayı göze almak.
Çatlak/Işık
-Eksiği, kusuru, çatlağı olmadığı garanti altına alınan bir süreklilik gereksinimi neye karşılık geliyor? (s. 77)
Yaşamın güvensizlikleriyle ne yapacağız? Güven ve garanti ısrarı Pontalis’in naif sorusunda dile geldiği gibi neye karşılık gelir? Öncelikle şu: Yaşamın getirdiği güvensizlikten ve kusurlardan korkmak ölüm korkusundan kaynaklanır. Çünkü ölüm kontrol edilemez. Bir gün gerçekleşecektir. Bu açık gerçek ile baş edememek öznede ‘öleceği için yaşayamama duygusuna’ neden olur. Ya bu duygu bize yapışır ve bizi kaygılandırır ya da bir şekilde bu duyguyu unuturuz/unutmak isteriz. Yaralanacağımızı aklımıza getirmez, ölüleri şehrin dışındaki mezarlıklara savururuz mesela. Ya da yaşamımızdaki bu çatlağı yamama adına bir şeylere bağlanırız bîçâre. Ancak bilinmelidir ki, ışık yalnızca çatlak varsa içeri süzülebilir.
Bellek
Hiçbir şeyi yitirmek istemeyen bir bellek ölü bir bellektir. Canlı bir bellek unutkanlığı zorunlu kılar. (s. 101)
Lisans eğitimimi yaparken ünlü ve oldukça yaşlı bir psikiyatrist olan bir hocamın sözlerini hatırlıyorum bu cümleyle birlikte: ‘’İnsanın her şeyi hatırlaması korkunç. Ölmeden önce her şeyi unutmak istiyorum.’’ Unutmak nimettir, demek istiyor hoca. Bellek yüktür çünkü. Duygularımızın değişmesini ve affetmeyi güçleştirir; en başta kendimizi affetmeyi. Ruhsal yaşamın geçmişte saplanıp kalmaması için belleğin bu yükünden kurtulması yani öznenin unutması şarttır. Unutma, mevcut anının temelden ortadan kalkması anlamına gelmez illa. Bazen içsel bir transformasyon eski duyguyu unutturur, yenisini ikame eder. Söz gelimi dışarıdaki mevcut gerçekliği - ihmal/ihlal edici ebeveyn, zulmedici dünya- değiştiremeyiz belki. Ancak içsel bir değişim - kendi ebeveynlerinin mağduru olan ebeveyn, bir yanıyla da kapsayıcı dünya- içsel nesnelerimizi dönüştürür ve bu dönüşüm, onlara farklı bir duygu tonu ile muamele etmemizi sağlayabilir. İşte unutma, dönüşüm, canlılığın alametleridir; aşırı bellek ise ölümün.
Son
İnsanı anlayabilmek ve anlatabilmek için, Pontalis gibi, onu öncelikle merakla dinleyebilmek gerekir. Sözcükleri önemsemek bir de. Ama mutlaka ‘insanın sözcüklerini’ yani bizzat yaşantıyı; yoksa kavramları, laf cambazlıklarını değil. Bu ruhla dinlendiğinde her sözcük, her bakış, her düş, insana ve onun öte-beriliğine açılan bir penceredir.
Uzm. Psk. Gökhan Özcan
Yorumlar
Yorum Gönder