Hölderlin Poetikasında Umut
Bedenlerimize hiçliğin ortasında can verilmiştir. "Biçim boşluktur" deyimi; hiçbir şeyin olmadığı bir yerde var olmak anlamına gelir. "Boşluk biçimdir" deyimi ise; her şeyin hiçliği şart koşması anlamına gelir. İnsan bunların iki ayrı şey olduklarını düşünmemelidir.
Hagakure, Yamamoto Tsunetomo
Şiirsel Geçiş Alanı
Dünya içinde bir yer tutmanın temel sağlayıcısı olan duygu, hiç çekinmeden söylenebilir ki, umuttur. Her şey sona erdiğinde, eldekiler tükendiğinde dahî insana soluk aldırmaya devam eden şeydir o. Umut, bazı intiharların temel motivasyonu olan bir duygudur desek, abartmış olur muyuz? Yaşamın içerisinde bulamamıştır umudu özne; öyleyse bir de dışında (mı) aramaya çalışmaktadır (?) Demek ki sadece dünya içinde değil, dünyadan çıkış yaparken bile hala bizimle beraber olabilen, bize yapışıp kalabilen bir duygudur umut.
Dünyanın yetersizliğinden beslenen sanat, özelde şiir, bir duygu olan umudu açığa çıkarır, eyleme döker. Ruhsal bir kasılma-gevşeme [sistole-diastole] yaşayan şairin muhayyilesinden bilincine yuvarlanan sözcükler, hem şairin hem de ötekinin muhayyilesinde ve bilincinde devrimci, iyileştirici dalgalar yaratır.
Peki şiir/şair bunu nasıl yapar? Şiir tam olarak ne iç ne de dış dünyada mevcuttur. İç ve dış dünya arasında, İngiliz Psikanalist Winnicott’un ‘geçiş alanı’ ismini verdiği bir ara alanda işleve/anlama kavuşur şiir. Winnicott’a göre gerçekliği kabul etme işi dünyada olduğumuz müddetçe hiçbir zaman tamamlanamaz. İnsan iç ve dış dünyayı ilişkilendirme geriliminden de kurtulamaz o yüzden. Ancak tüm sorgulardan, politik baskılardan uzakta bir ara deneyim bölgesi vardır. İşte geçiş alanı, oyun oynarken kendini kaybeden çocuğun, vecd halinde dua eden dindarın, esrime halinde tablosunu yapan ressamın, şiir yazan şairin korunduğu, soluk alabildiği bir hiper-topolojik mekandır. Şairin ilhamını aldığı ve verdiği, dış dünyanın ikincil kazanımlarının nüfuz edemediği bir alandır bu; Winnicott’un kavramını bükerek söylediğimizde: şiirsel geçiş alanı diyebiliriz buna. Söylemek bile fazla: Umut, şair için eyleme, ancak şiirsel geçiş alanında geçebilmekte; şairin nabzının en edepsiz attığı yerde varlığını sürdürebilmektedir.
Cılız Bir Anızlık Gibi
Hölderlin’i ve Hölderlin poetikasını konuşmadan önce umuttan ve şiirsel geçiş alanı ismini verdiğimiz, şiiri ve şairi mümkün kılan o garip ara bölgeden bahsetmemiz tesadüf değil. Çünkü Hölderlin poetikası, şiiri ve yaşamayı, -Winnicott’un da bahsettiği- ikiliklerin diyalektiğini kurarak mümkün kılmaya çalışır. Mevzu bahis ikilikler: ayrılma/birleşme, iç/dış, duygu/bilinç, düş/gerçek, ütopik geçmiş/gerçek gelecek, ideal varoluş/günlük yaşam, tin/doğa.
Hölderlin, melankolik bir duygudurum içerisinde,
Yok şimdi, beni yetiştiren, doyuran.
Yok şimdi o genç dünya.
Bu, bir zamanlar yeri göğü dolduran bağır.
Ölü ve cılız bir anızlık gibi;
Ah! Bahar benim derdimi okuyan
Hala, eskisi gibi şen, teselli edici bir türkü.
Ama yok artık hayatının sabahı.
Kalbimin baharı soldu benim.
dizelerini kaleme almıştır; çünkü hiç istemediği halde annesi tarafından papaz olması için gönderildiği manastırın klostrofobik etkileriyle münzevi iç gerçekliğinin temellerini atmış, kendisinden koptuğu dış gerçeklik olan doğayı ise şiirsel geçiş alanında deneyimlemeye çalışmıştır. Heidegger’in tabiriyle dünyaya fırlatılmış ve fırlatılışın tesellisini ancak doğanın içinde bulabilen Hölderlin, manastır hayatıyla birlikte tüm teselli imkanlarından mahrum kalmış ve kendini cılız bir anızlık gibi hissetmeye başlamıştır. Doğanın içerisinde kurduğu Grek hülyaları artık yitip gitmiştir. Yitip gidenin ağıtını yakar Hölderlin; böylece romanına Hyperion ismini vermesi basit bir tesadüften öte bir şeydir. Hyperion mitolojiden alınma bir isimdir; Uranüs ile Gaia'nın oğludur. Hölderlin, Grekçe ve Roma Latincesinde ‘güneş tanrısı’, ‘yukarıdan giden’, ‘dünyanın üstünde dolaşan, yersiz-yurtsuz-köksüz-zamansız tanrı/insan’ anlamına gelen Hyperion ile küçük yaşlarda yitirdiği babasının kendisine aktaramadığı tanrısal erki, annesinin hiç göstermediği duyarlılığı, mitolojik bir yer değiştirme ile kendine katmaya çalışır. Nitekim bir dizesinde bu tanrısallık arzusunu çok açıktan dile getirir:
İnsanların sözlerini anlamadım hiç.
Tanrıların kollarında büyüdüm ben.
Ozanca Pek Ozanca
Şiirsel Geçiş Alanı
Dünya içinde bir yer tutmanın temel sağlayıcısı olan duygu, hiç çekinmeden söylenebilir ki, umuttur. Her şey sona erdiğinde, eldekiler tükendiğinde dahî insana soluk aldırmaya devam eden şeydir o. Umut, bazı intiharların temel motivasyonu olan bir duygudur desek, abartmış olur muyuz? Yaşamın içerisinde bulamamıştır umudu özne; öyleyse bir de dışında (mı) aramaya çalışmaktadır (?) Demek ki sadece dünya içinde değil, dünyadan çıkış yaparken bile hala bizimle beraber olabilen, bize yapışıp kalabilen bir duygudur umut.
Dünyanın yetersizliğinden beslenen sanat, özelde şiir, bir duygu olan umudu açığa çıkarır, eyleme döker. Ruhsal bir kasılma-gevşeme [sistole-diastole] yaşayan şairin muhayyilesinden bilincine yuvarlanan sözcükler, hem şairin hem de ötekinin muhayyilesinde ve bilincinde devrimci, iyileştirici dalgalar yaratır.
Peki şiir/şair bunu nasıl yapar? Şiir tam olarak ne iç ne de dış dünyada mevcuttur. İç ve dış dünya arasında, İngiliz Psikanalist Winnicott’un ‘geçiş alanı’ ismini verdiği bir ara alanda işleve/anlama kavuşur şiir. Winnicott’a göre gerçekliği kabul etme işi dünyada olduğumuz müddetçe hiçbir zaman tamamlanamaz. İnsan iç ve dış dünyayı ilişkilendirme geriliminden de kurtulamaz o yüzden. Ancak tüm sorgulardan, politik baskılardan uzakta bir ara deneyim bölgesi vardır. İşte geçiş alanı, oyun oynarken kendini kaybeden çocuğun, vecd halinde dua eden dindarın, esrime halinde tablosunu yapan ressamın, şiir yazan şairin korunduğu, soluk alabildiği bir hiper-topolojik mekandır. Şairin ilhamını aldığı ve verdiği, dış dünyanın ikincil kazanımlarının nüfuz edemediği bir alandır bu; Winnicott’un kavramını bükerek söylediğimizde: şiirsel geçiş alanı diyebiliriz buna. Söylemek bile fazla: Umut, şair için eyleme, ancak şiirsel geçiş alanında geçebilmekte; şairin nabzının en edepsiz attığı yerde varlığını sürdürebilmektedir.
Cılız Bir Anızlık Gibi
Hölderlin’i ve Hölderlin poetikasını konuşmadan önce umuttan ve şiirsel geçiş alanı ismini verdiğimiz, şiiri ve şairi mümkün kılan o garip ara bölgeden bahsetmemiz tesadüf değil. Çünkü Hölderlin poetikası, şiiri ve yaşamayı, -Winnicott’un da bahsettiği- ikiliklerin diyalektiğini kurarak mümkün kılmaya çalışır. Mevzu bahis ikilikler: ayrılma/birleşme, iç/dış, duygu/bilinç, düş/gerçek, ütopik geçmiş/gerçek gelecek, ideal varoluş/günlük yaşam, tin/doğa.
Hölderlin, melankolik bir duygudurum içerisinde,
Yok şimdi, beni yetiştiren, doyuran.
Yok şimdi o genç dünya.
Bu, bir zamanlar yeri göğü dolduran bağır.
Ölü ve cılız bir anızlık gibi;
Ah! Bahar benim derdimi okuyan
Hala, eskisi gibi şen, teselli edici bir türkü.
Ama yok artık hayatının sabahı.
Kalbimin baharı soldu benim.
dizelerini kaleme almıştır; çünkü hiç istemediği halde annesi tarafından papaz olması için gönderildiği manastırın klostrofobik etkileriyle münzevi iç gerçekliğinin temellerini atmış, kendisinden koptuğu dış gerçeklik olan doğayı ise şiirsel geçiş alanında deneyimlemeye çalışmıştır. Heidegger’in tabiriyle dünyaya fırlatılmış ve fırlatılışın tesellisini ancak doğanın içinde bulabilen Hölderlin, manastır hayatıyla birlikte tüm teselli imkanlarından mahrum kalmış ve kendini cılız bir anızlık gibi hissetmeye başlamıştır. Doğanın içerisinde kurduğu Grek hülyaları artık yitip gitmiştir. Yitip gidenin ağıtını yakar Hölderlin; böylece romanına Hyperion ismini vermesi basit bir tesadüften öte bir şeydir. Hyperion mitolojiden alınma bir isimdir; Uranüs ile Gaia'nın oğludur. Hölderlin, Grekçe ve Roma Latincesinde ‘güneş tanrısı’, ‘yukarıdan giden’, ‘dünyanın üstünde dolaşan, yersiz-yurtsuz-köksüz-zamansız tanrı/insan’ anlamına gelen Hyperion ile küçük yaşlarda yitirdiği babasının kendisine aktaramadığı tanrısal erki, annesinin hiç göstermediği duyarlılığı, mitolojik bir yer değiştirme ile kendine katmaya çalışır. Nitekim bir dizesinde bu tanrısallık arzusunu çok açıktan dile getirir:
İnsanların sözlerini anlamadım hiç.
Tanrıların kollarında büyüdüm ben.
Ozanca Pek Ozanca
Heidegger şiirin özünü açıklamak için Homeros’a Sofokles’e, Virgilius’a, Dante’ye, Shakespeare’e ya da Goethe’ye başvurmak yerine Hölderlin’e müracaat eder; çünkü onun ozanlığını bir yazgı olarak görür. Bilindiği üzere yazgı, özü gereği insani müdahalelerden ve edimlerden muaf bir olgudur. O zaman Heidegger’in izinden gidildiğinde manastır yaşamı bir dönüm noktası olsa da Hölderlin için; şiirinin oluşumu için olmazsa olmaz bir durum olarak görülemez. Hölderlin’in tevazusu ve tutkusu çok daha özsel ve yazgısal bir meseledir. Manastıra gitmeseydi de o yine "Hölderlin" olacaktı.
Hölderlin kendi tabiriyle ayrıksı bir yörüngede [exzentrische Bahn] deveran etmekte, melankolik depresyonu ağırlaşarak psikotik depresyona dönüşmektedir. Sonrası: Tübingen psikiyatri kliniğine yatış. Hölderlin tedavinin ardından Neckar kıyısında bulunan antik bir kuleye yerleşmiş, dışarı hiç çıkmamış ve burada ‘kule şiirleri’ olarak bilinen şiirlerini kaleme almıştır. Tüm bu alt üst oluşların karşısında dünyada ozanca barınmaktan başka çaresi yoktur Hölderlin’in. Şiirle şuur ve umut bulmak en kadim yazgısıdır onun. Şiirsel geçiş alanı, onun kurtarıcı kulesi olmuştur:
Umut ! sevgili ! iyiliksever umut!
Küçümsemezsin yasta olanın evini,
Ve asaletle, sevinçli bağlılıkla, hükmedersin
Ölümlülerin ve göğün güçlerinin arasında.
Tübingen'de yaşadığı kule |
Hölderlin, ayrıksı yörüngesinde içtenliği de keşfetmiştir. İçtenlik ona göre, nesneleri ayırıp birbirine karşı getirmek ve böylece onları aynı zamanda bir arada tutmaktır. Zıtları bir arada tutabilmeyi, içtenliğin tanımı olarak verir bize. Şu haliyle, Hölderlin diyalektik bir bilinç ve algı düzeyindedir. Hölderlin, yazının başında bahsettiğimiz ikilikleri [ayrılma/birleşme, iç/dış, duygu/bilinç, düş/gerçek, ütopik geçmiş/gerçek gelecek, ideal varoluş/günlük yaşam, tin/doğa] bir arada tutmanın, şiirsel geçiş alanının yani yeryüzünde sadece ozanca barınmanın içtenliği mümkün kıldığını söylemektedir. Böyle bir içtenlik zorunlu olanı kavramakla; Heidegger gibi söylersek, bir yanda dünya batarken, diğer yanda ise başka bir dünyanın doğduğuna tanık olabilme arzusuyla yani ozanca özgürleşmek ve onaylanmış bir gereklilik olarak savunmasız bir teslimiyet ile mümkündür:
‘’Ve ben yeryüzünde, kana bulaşmamış ve bayağı iktidar hırsıyla lekelenmemiş bu kahramanlık biçiminden daha yücesini bilmiyorum: düşüncenin en asil cesareti hep kansız bir kahramanlıktır, anlamsız bir direniş değil, üstün güce, kutsallığı onaylanmış bir gereklilik olarak savunmasız bir teslimiyet."
İnsanların Dünyasında Tanrılara Hizmet
Aristo’nun evren dizgesinde, evren iç içe geçmiş kürelerden oluşur. Aristo fiziğinde Ay-altı evreninde oluş ve bozuluşlar meydana gelirken; Ay-üstü evreninde ezeli ve ebedi mükemmellikle karşılaşırız. Ay-üstünde oluş ve bozuluş yoktur. Sadece, özsel bir değişime yol açmayan yer değiştirme [lokomotion] vardır. Hölderlin, çılgınca Ay-üstü evrenini arzulamaktadır. O, insanların evreninde Tanrılara hizmet etmek gibi trajik bir suç işlemektedir. Zweig’ın ifadesiyle, Hölderlin paylaşmak istemediği için, elinden her şey alınmıştır; ruhu dizginlenmek istemediği için hayatı köleliğe düşer. Bir Hyperion [güneş tanrısı] olmak isterken, yerkürenin fani toprağıyla yüzleşmek zorunda kalır:
Görevimdir benim.
Övmek yüce olanı, bunun için bana
Dil verdi Tanrı ve kalbime şükran.
Son
Hölderlin, üst dünya uğruna alt dünyaya baş kaldırır. Alt dünyanın yazgısı olan varoluş anksiyetesi ve ölüme doğru oluş gerçekliklerini de şiirsel geçiş alanında aşmaya çalışır; o şiirleri sayesinde umudunu eyleme vurur ve yaşam biraz daha katlanılır hale gelir Hölderlin için.
Alt dünya semptomun, Üst dünya arzunun, Orta dünya [şiirsel geçiş alanı] ise iyileşmenin yeri olabilir mi? Hölderlin bir psikotik yani bir kaçık mı yoksa dahi bir şair midir? Şiir, umudun son kalesi midir?
Uzm. Psk. Gökhan Özcan
Yorumlar
Yorum Gönder