Ötekine Çıkan Yollar

     Keep up - Counselling Session (2003), Mpeke Fine Arts Gallery, London

"Bu yol nereye çıkar Olric? 
Hiçbir yere efendimiz... 
Hiçbir yer neresidir Olric? 
Doğru yerdir efendimiz... 
Gidelim mi? 
Vardık efendimiz..."        ~  Tutunamayanlar, Oğuz Atay

Bu yazı, Eylül ismindeki danışanım ile gerçekleştirdiğim bir seansın öncesinde ve sonrasında aldığım notların dökümüdür.

Saat: 11: 30. Eylül ile yapacağımız üçüncü görüşmeden 30 dakika önce. Bilgisayarımı açıyorum ve zihnimdekileri yazmaya başlıyorum.

Doğumumuzdan itibaren dünyanın sesleri, kokuları, nesneleri bedenimize saldırır. Ama bununla kalmaz. Bedenimizin içinden de birçok uyaran saldırısı gelir: Açlık, susuzluk, hazımsızlık, ağrılar. Kişiliğimiz bu saldırılara savunma üretmeye, dışarıdan ve içeriden gelen bu uyarı sağanağını mütemadiyen dengelemeye çalışır. 

Bu çifte saldırı yetmezmiş gibi istemsizce bazı tekrarlayıcı sesler çıkardığınızı, bağırdığınızı, yürürken zıpladığınızı, ellerinizi birbirine ya da yüzünüze vurduğunuzu, gözlerinizi sağa-sola kaydırdığınızı ve bunun hiç azalmadığını hayal edin. Bedeninize konuşlanmış bir düşman ruh sanki sizi kontrol etmekte ve siz hiçbir şey yapamamaktasınız. Uyuduğunuzda tüm bunlar geçecekmiş gibi gelebilir. Geceden kalma ağrılarınızdan, uyandığınızda eser kalmaması gibi. Ama sabah olduğunda aynı gerçeklikle yeniden karşı karşıya kalacaksınız. Bu basit bir ağrı değil. Tourette Sendromu tam da böyle bir şey.

Tourette Sendromuna sahip olan 20'li yaşlardaki danışanım Eylül’ü ilk gördüğümde, beni terapist olarak başka bir yaşantısal evrenin içine davet edeceğini sezmiştim. Eylül ansızın patlayan tikleriyle baş etmeye çalışırken bir yandan da kendini doğru ve nazik bir şekilde ifade etmenin yollarını arıyordu. Doğrusunu söylemem gerekirse, ilk başta ne yapacağımı, Eylül’ün tikleri ardı ardına gelirken, ben de elimi ayağımı nereye koyacağımı, sesimin tonunu ve sözcüklerimi nasıl seçeceğimi bilemedim. Eylül’ün yarattığı atmosfer beni şaşırtmıştı. Çünkü daha önce tanımadığım bir yerdi burası. Ama ondan hiç rahatsız olmadım.

Saf dürtüler tarafından ele geçirilmiş bir bedenin sahibi hissetmenin zorluğunu anlatmasını istedim ondan. Eylül, içindeki düşman ruhla yaptığı bu sahiplik savaşından yorulmuştu. Hayatın sonlanması, bedeninden çekip gitmek, bir anlamda tüm savaşa bir son verebilecekti. Bunu denemişti de. Ama Eylül’ü yine de burada, bu bedende tutan başka bir şeyler vardı. Sonra onu hayatta tutan sebeplerin peşinde düştük. Bir kere zekiydi. Geleceğe dair tasarıları vardı. Tanrı’ya inanıyordu. Birini sevmişti ve hala unutamamıştı. Belki başka birini yeniden sevebilirdi; kim bilir?

Eylül’ün yorgunluğunu anlayabiliyorum. Her gün çeşitli yaşlardaki insanların yaşadığı türlü zorlukları dinleyen, anlamaya çalışan biri olarak günün sonunda dağılmış ve karışmış zihnim üzerinden örneğin. O zihinle artık başkalarına kendimde yer kalmıyor. Bazen kendi sesimi bile dinlemeye takatim olmayabiliyor. Enerjim yükseldiğinde yeniden kendimde başkalarına yer açabiliyorum. Eylül de muhtemelen tiklerinin ve gelecek kaygısının yorgunluğuyla bazen kendinde kendine bile yer açamıyor. Ben uyanıkken de dinlenebiliyorum ama o sadece uyurken soluklanabiliyor.

Bazen şöyle düşünürüm: Teknolojik bir sistem yardımıyla başkalarının bedenlerini onlar gibi hissedebilsek, deneyimleyebilseydik? İşte o zaman insanlar birbirlerinin hissettikleri acı ve hazları tam olarak anlayabilirlerdi. Tabi bu sistem muhtemelen bir süre sonra yoldan çıkardı. Herkes haz hissetme peşine düşerek kendi bedeninin acılarından kaçınmaya çalışırdı. Nihayetinde acıdan kaçınmaya odaklı varlıklarız.

Eylül’ün bedenini bu sistem aracılığıyla, onun deneyimlediği gibi deneyimlemek ister miydim? Evet, bir süreliğine. Ama onun bedeninde sürekli kalamazdım. Çünkü ben de acıdan kaçınan, bedeninin sükûnetini seven biriyim. Yine de Eylül’ü anlamak için orada her seans öncesinde yarım saat kalmak isterdim. Eylül, seans öncesinde, bahsettiğim cihaz aracılığıyla yaptığım "Eylül gibi hissetme meditasyonunu" anlamlı bulurdu muhtemelen. Anlaşılmış hissederdi. Çünkü insan yankılanmak ister. Başkası onun sorununu kökten çözemese bile “yanındayım, seni anlamaya çabalıyorum” denilmesini bekler ve ister. Hinduizmin kutsal kitabı Upanişadlar'ın yaratılış mitolojisine göre önce tek başına olan öz, yalnızlıktan (büyük ihtimalle kendisinden de) sıkılır ve yere düşer. İki parçaya bölünerek iki ayrı varlık haline gelir: pati ve patni. Sonra sıkılması sona erer.

Başlangıçta bu dünya, insan (Purusha) biçimindeki öz (Atman) idi. Etrafına baktı, kendinden başka kimseyi göremedi. ilk kez, "Bu benim" dedi. Buradan "ben" adı doğdu. İşte bu yüzden bugün bile birisi önce "ben" der, sonra sahip olduğu adı söyler (...) Ama hiç zevk almıyordu. O yüzden yalnız olan zevk almaz. Bir ikinci olsun istedi. Erkeği ve kadını kapsayacak kadar genişti. Yere düşüp (pat) kendini ikiye böldü. Böylece koca (pati) ve karı (patni) ortaya çıktı. O nedenle Yacnavalkya'nın dediği söz doğrudur: "Kişi bir bütünün yarısı gibidir" (Upanishadlar, s. 10).

Adem ve Havva’nın yaratılışı da buna çok benzer. İncil’de Tanrı Adem’e yeryüzündeki tüm varlıkların isimlerini öğretir. Adem her bir varlığın ismini söyler. Ama kendine isim veremez. Ancak Havva yaratıldıktan sonra kendine isim verebilir. O zaman insan ancak başka bir insandan geçerek, ondan yankı alarak kendine isim verebilir yani  gerçekten “ben” diyebilir ve kendi yaşantılarına anlam verebilir. Başkası yoksa sözcük yoktur ve anlam da yoktur. Bizi başkasının bilinci anlamlandırır. Tek başımıza anlamsız kalır, sıkılırız.

Bahsettiğim teknolojinin yardımıyla şimdi Eylül olduğumu, yaşamı onun bedeninden deneyimlediğimi hayal ediyorum: Şu anda yalnız hissediyorum. Bu kendi bedenine sahip olan Gökhan’ın yalnız hissetmesinden oldukça farklı. Çünkü birçok insan herhangi bir ağrı hissetmiyorsa bedenini kendine uyumlu hisseder, onu unutur. Gökhan da kendi bedenindeyken öyle hissediyordu. Ama şimdi Eylül’ün bedenindeki ben olarak, bu bedenin sahibi olarak hissetmekte zorlanıyorum. Bedenim tiklerden dolayı sakin kalamadığı için ben de bedenimde sükûn bulamıyor yani oraya tam anlamıyla yerleşemiyorum. Tam yerleştim dediğimde art arda gelen tiklerle bu sükûn dolu yerleşiklik bir anda bozuluyor. Tikler sanki bana kendi bedenimin sahibi olmadığımı hatırlatan uyarıcılar gibi. Tiklerin tek seferde sonlanmasını istiyorum. Fakat bu mümkün değil.

Yaklaşık 5 dakika geçiyor. Tiklerin varlığına biraz alışıyor gibiyim. Geçenlerde kendi (Gökhan'ın) bedenimdeyken 2 saat boyunca hıçkırık tutmuştu. İlk başlarda hıçkırığa bir türlü alışamamıştım. Geçirmeye çalıştım. Geçmeyince bıraktım. Bedenimin bir parçası olmuştu sanki. Ama yine de onun mideme ve kaslarıma yaptığı basıyı rahatsız edici buluyor, istemiyordum. Şimdi Eylül’ün bedenindeyken de böyle hissediyorum. Onlar benim bedenimden kalkan tikler, evet. Aynı zamanda değiller de. Çünkü bunu istemiyorum. İstemediğim, ben başlatmadığım halde yine de varlar. Sinir bozucu bir çelişki. Öfkeleniyorum. Çaresiz hissediyorum.   

Cihazı kapatıyorum ve kendi bedenime geçiyorum. Eylül’ü, onun bedenine geçerek daha iyi anlayabilsem de, ancak kendi bedenimdeki Gökhan olarak ona yardımcı olabilirim. Şimdi bu hayali deneyimi not alıyorum. Eylül birazdan gelecek ve görüşmemiz başlayacak. Bu notu belki onunla paylaşırım. Bir şekilde Eylül'ü, onu anlama çabama tanık etmek istiyorum sanırım. Danışanlarla hayali deneyimlerimi paylaşmak daha önce uyguladığım ya da okuduğum bir teknik değil. Hatta bazı ekollere göre böyle bir paylaşım yapmak doğru bile olmayabilir. Herhangi bir ekolün bağlılarından değilim. Sadece, doğru olduğunu yürekten hissettiğim insani bir fikirden hareketle bu notları ona okumaya karar veriyorum.


Saat: 13:30. Görüşmeden 30 dakika sonra.

Eylül ile seansımız az önce sonlandı. Kendisi de psikoterapist olmak isteyen Eylül’e terapistlerin de birer insan olduklarından ve danışanlarını zihinlerinde taşıdıklarından bahsettim. İşte şimdi zihnimdeki Eylül’ü ona göstermek istiyordum. Eylül ile görüşmelerimizde herhangi bir hakikilik sezmeseydim, başka bir yazımda bahsettiğim gibi, "terapötik karşılaşma" yaşamasaydım, bu notu zaten hiç yazmamış ve kendisiyle de paylaşmamış olurdum. Görüşme öncesinde yazdığım bu notu kendisine okumak için bilgisayarımı açtığımı görünce Eylül, gülümseyerek “bana şiir mi okuyacaksınız?” dedi. Şiiri çok sevdiğimi ama bugün şiir okumayacağımı, bu odada olup bitenlerle ilgili yazdığım bir şeyleri aktarmak istediğimi söyledim. Heyecanlıydı. Metni okurken yer yer duygulandım. Sanırım o da öyle. Beni  dinlerken tikleri neredeyse tamamen sustu. Maskesinden yüzünü göremiyorsam da hafifçe gülümsediğini, kısılan gözlerinden anlayabiliyordum. Metni okumayı bitirdiğimde Eylül utangaç bir şekilde teşekkür etti. Hissettiği şükran duygusu kurduğum cümlelerden ziyade o cümleleri kurma niyetime, onu anlama çabama yönelikti bence; bunu tam olarak başaramayacağım gün gibi ortadayken, yine de denediğim için.

Tam da burada, insan oluşun o belirsiz sınırlarını az da olsa belirginleştirebilecek, yanıtını kendi içinde taşıyan şu iki soruyu yakaladığımı hissediyorum: İnsan olmak, başka birisi için, sonucunda başarısız olma riskini göze alarak giriştiğimiz iyi niyetli çabaların toplamı olabilir mi? Ötekine varmak, varamayacağımızı bilsek de, ucu o ötekine çıkan yolları aramaya koyulmaktan başka bir şey olmayabilir mi?

Not: Danışandan gerekli izinler alınmış, kişisel bilgiler saklı tutulmuştur.

Referans

Kaya, K. (2008). Upanishadlar. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Uzm. Psk. Gökhan Özcan


 

Yorumlar

Popüler Yayınlar