Psikoterapide Zaman
La Chambre d'Écoute, René Magritte, 1952 |
Soren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
Mevcudiyet versus Zorunluluk
Kierkegaard zaman ve zamansallık ile ilgili konuşmadan önce ‘mevcudiyet’¹ ve ‘zorunluluk’ kavramlarını açımlamayı zorunlu görür. Sonrasında Sartre fenomenolojisinde de karşımıza çıkan varoluşçuluğun kilit kavramlarından biri olan mevcudiyet (kazanma), ona göre bir maruz kalıştır; zorunlu olansa maruz kalamaz. Bu yönüyle zorunlu olan edimsel değildir. Mevcudiyet kazanan şeyse, tam da mevcudiyet kazanmasıyla zorunlu olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Üstelik tüm mevcudiyetler özgürlükte meydana gelir, ona göre. Anlıyoruz ki mevcudiyet, bir değişimdir, süreçtir, açılmadır; zorunlu olansa asla değişmez, kendi içi(n-d)e katlanmış, kendi evreni(n-d)e saplanmış ve kayıtlanmış bir şey olarak özgürlüğün ve özgünlüğün iptalini gereksinir.
Psikoterapi kliniğinden çok iyi bilmekteyiz ki terapiye başvuran bazı danışanlar yaşamlarındaki mevcudiyetlerinin birtakım zorunluluklara dönüşmesi sebebiyle yardım arayışındadırlar. Benlikleri maruz kalışın, edimselliğin, sorumluluk almanın, karar vermenin, kısacası merkezî entegratif süreçlerin dinamizminin yörüngesinden kopmuş, zorunluluğun zaman ve tarih dışı saplantılarına [obsesivite- kompülsivite], sürüklenmelerine [paranoya, impulsivite] ve çökeltilerine [depresyon] teslim olmuştur. Danışanın benlik yönelimi izlendiğinde, bu saplanış, savruluş ve çökeltilerin izdüşümleri bazen kendini kolaylıkla ele verebilmektedir.
***
-Biraz hayatınızdan bahseder misiniz?
-Hayatım sanki akmıyor. Her şey değişiyor ama ben hiç değişmiyor gibiyim.
Danışan artık tarihselliğinden kopmuş benliğiyle zamanı deneyimleyememektedir. Çünkü ancak zamanın içinde akan benlikler değişimi hissedebilir. William James de zamanı ‘’değişimin farkında olmak’’ şeklinde tanımlayarak tersten bir şekilde bizi onaylamaktadır. Söz gelimi ikinci kez yıkandığı nehrin ilkinde yıkandığı nehir olmadığını fark edebilen benlik, ancak suyun akışına tanık olan, dolayısıyla da zamanın içinde ‘mevcudiyet’ kazanabilen benliktir.
Geçmiş Geçer mi?
Kâh Stoacı Khrysippos, kâh Megara’lı Diodoros der ki olmuş olan, olmuştur, geri alınamaz; dolayısıyla değiştirilemez. Kierkegaard bu klişe düşünceye saldırır ve der ki geçmiş ancak mevcudiyet kazanmış olduğu unutulursa zorunlu sayılabilir. Zihnimize ilk elde kavranması zor gelen bu cümleyle Kierkegaard bize ne söylemek istemektedir? Geçmiş ‘şöyle şöyle’ meydana gelmiştir yani bir yönüyle zorunluluk içerir gibi görünmektedir. Ancak bir şekilde gerçekleşmiş olması, onun farklı biçimlerde yorumsanma ihtimallerini boşa çıkarır mı? Bu soruya Kierkegaard’ın ve psikoterapistlerin cevabı elbette koca bir ‘hayır’ olacaktır. Kierkegaard devam eder: Geçmiş, meydana gelmiş olmasıyla zorunlu hale dönüşmemiştir; tam tersine, meydana gelmiş olmakla, zorunlu olmadığını göstermiştir. Geçmiş meydana geliyorsa zorunlu değildir (Hatırlayalım: Meydana gelişin yani mevcudiyetin olduğu yerde zorunluluk barınamazdı). Gelecek her nasıl zorunlu değilse, geçmiş de zorunlu değildir, edimselliğe ve ihtimallere açıktır. Geçmiş üzerine düşünürken Kierkegaard, Leibniz’in monad’ları gibi penceresiz, kendi içine kapanmış bir yaşantısallık tasavvur etmez; tam tersine, edimselliği ile hava alabilen bir mümkün dünya olarak geçmiş vardır onun için.
Geçmiş geçmez, psikoterapide. Geçmemesi de gerekir belki de. Çünkü üzerinde konuşabileceğimiz bir öykümüz varsa ancak geçmişimiz (belleğimiz) sayesinde vardır. Danışanlar, usulüne uygun gömemedikleri geçmişlerinin hayaletleri ve ifritleriyle savaşırlar. Belleği, bazen en eli kanlı düşmanı oluverir insanın. Fakat Kierkegaard’a daha dikkatli kulak kesildiğimizde içimizde yeşerecek ümidin kıpırtılarını hissedeceğiz. Çünkü ona ve psikoterapi evrenine göre, geçmiş geçmese de ‘belirsizliği’ ile özne benliğinin yönelimleriyle yeniden belirlenmeye müsaittir. Gerçeklik değiştirilemiyor olabilir; fakat gerçekliğin yorumlanışı değiştirilebilir.
***
-Bu yaşadıklarımı unutabilecek miyim, ne dersiniz?
-Hayır, hiç unutamayacaksınız. Ama yaşadıklarınızı farklı bir şekilde yorumlaya başladığınızda, onlara daha önce hiç temas etmediğiniz bir biçimde temas ettiğinizde unutmanıza da gerek kalmayacak.
Ân İçinde İnsan
İnsan ruh mudur beden midir? Yoksa her ikisi de mi? Bu soru koca bir felsefe tarihini ikiye bölmüştür. Kierkegaard felsefesinde insan ruh (Sjel) ile bedenin sentezidir. Bu sentezi sağlayan şey de Tin (Aand)’dir. Tin, beden ile ruhun arasında, yeri geldiğinde ikisini de zedeleyebilen, kaygının, yani tercihin ve özgürlüğün kurucusudur. Tin, ilişki inşa eder. Tin kaygıyı severken, bir yandan da ondan kaç(ın)maya çalışır. Tin düş görür. Tüm cehaleti ve masumluğu ile hiçliği arar. Kierkegaard her nasıl Tin’i beden ile ruhu sentezleyen bir şey olarak tasarladıysa, Ân’ı da zaman ile ebediliğin sentezi olarak düşünür. Ebedilik zamana değebiliyorsa, zamansallık denen bir şeyden bahsedebiliyorsak, bu, Ân sayesindedir. Tin neredeyse Ân da oradadır.
Zamansallık yani Ân doğada bulunmaz. Çünkü doğanın zamana ihtiyacı yoktur. Tarihi başlatan, doğadan kopmuş bilinçtir; bu minvalde Ân sadece ve sadece insan benliğine mahsus bir şeydir. Geçmiş-şimdi-gelecek diye bir süreklilikten ve perspektiften bahsedebiliyorsak, Tin ve Ân iş birliği içinde demektir. İnsan böylece geçmişi ancak geleceğin, geleceği ise ancak şimdiki zamanın yalın sürekliliği içinde yani bir sentez içinde anlayabilir. Söz gelimi insan geçmişte yaşadığı bir olaya kaygı duyamaz. Burada zaten en başta dilsel bir çelişkiyle karşılaşırız. Geçmişteki bir şey için kaygılanamam. Geçmişteki bir şey için kaygılanıyorsam, bunun gelecekte tekrarlanacağından kaygılanıyorumdur aslında. Geçmiş, geçmişte kalamamıştır öyleyse; geçmişteki malum talihsizlik, zamansallığın akışında geleceğe, oradan şimdi’ye doğru yol alır.
Ân dediğimiz şey zamansallığın akışını ve geçişkenliğini mümkün kılar. Ân, ansızın olandır, görünmezdir. Bu yönüyle Kierkegaard Ân’ı ebedi bir şeye benzetir: Bir göz kırpmasına, bir iç çekişe, bir titreyişe, bir donakalışa, bir sözcüğün ağızdan apansızın çıkıvermesine. Kopenhag’da sahnede buz kesen iki pandomimciden bahseder Kierkegaard. Sahnede tutkulu bir çatışmayı oynarken, oyunun tam da ritme ulaşacağı sırada pandomimciler durur, buz kesilir. Seyirci nefesini tutmuş, bir sonraki sahneyi güçlü bir umutla beklemekte ancak arzu ettikleri hareket bir türlü gerçekleşmemektedir. İşte tam da burada, Ân tecelli eder. Buz kesilen pandomimciler sanki artık sonsuzluğa karışmışlardır. Kierkegaard pandomimcilerin yarattığı bu heykel etkisini biraz da komik bulur. Çünkü onlar ârızî (sonsuz olmayan) bir ifadeyi sonsuzlaştırmışlardır.
Psikoterapide Ân, terapist ile danışanın gerçek terapi zamanını (otantik zamanı) yaşamaya başladıkları anda açık eder kendini. Her şey susar Ân’da. Zamanlar üst üste biner. Sonsuzluk en derin haliyle hissedilir. Gerçek ve derin bir ilişki zuhura gelir.
***
-Sizi buraya (terapi odasına) getiren şey nedir?
-Üç gün önce annemi kaybettim.
- …
İki benlik, tam da bu sırada, Tin ve Ân’ın açtığı birçok imkânı (kaygıyı, empatiyi, çaresizliği, sonsuzluğu, acıyı) birlikte kat eder. Üç gün önce annesini kaybeden birine ne söylenebilir ki? Terapist susar. Fakat aynı ‘buz kesen iki pandomimci’ meselinde olduğu gibi susuşun içinde benlikler yine de Ân ve ebedilik içinde konuşmaya devam eder. Terapide zaman, böyle otantik anlarda ebedilik ile kısa devre yapar ve Kierkegaard’ın tabiriyle ortaya ‘yazgısal bir çatışma’ çıkar.
‘Yazgısal çatışma’, ‘sonsuzluk’, ‘otantiklik’ kavramlarının ‘zamansızlığı’ çağrıştırması atlanacak bir detay değildir. Özellikle mistik yaşantılarda da öznenin kortikal (bilişsel) algılamaları azalır ve daha subkortikal (bilişsel olmayan) bir yaşantı mümkün hale gelir. Çünkü amaç ‘zamansızlık duygusuna’ ulaşmaktır. Zamansızlıkta birlik ve bütünlük duygusu çok yoğun bir biçimde hissedilir. Freud’un (1930) ‘okyanussal’ ismini verdiği zamansızlık halinde dış dünyanın gürültüleri işitilmez, preverbal (söz-öncesi) bir dünya mümkün ve hatta zorunlu hale gelir.
Kierkegaard, görüldüğü üzere, terapötik zamanı, psikanalizden daha önce, ‘Tin’ ve ‘Ân’ kavramlarıyla keşfetmiştir. Hal böyleyken, psikoterapinin ilişkisel ve iyileştirici yönünün, ancak Ân’ın tecelli ettiği sonsuzluk hallerinde mümkün hale gelebildiğini iddia etsek, çok ileri gitmiş olur muyuz?² Bu iddiamızın doğruya yakın bir gerçekliğe işaret ettiğini düşünmeden edemiyoruz. O zaman, Kierkegaardçı bir tanımlamayla psikoterapide iyileşme: İki benliğin aynı anda ve aynı mekânda, yaşanan bir zamanın sonsuzluk etkisi yaratan ilişkiselliği bağlamında eşit konumda karşılaşması, birlikte genişlemesi ve dönüşmesidir.
Zamanı Kavramak versus Zamanı Yaşamak
İnsan benliği kendini bir zamanda, bir mekanda, bir durum ve bir ilişki içinde kavramakla kayıtlanmıştır. Çevremizde ve kendimizde olup bitenlere genel olarak bu dört indirgenemez arka planda anlam vermeye çalışırız. Anlam ihtiyacı öznelliğe yapışmıştır. Anlamsızlık ve kavrayışsızlık, bilinci rahatsız eder. Kierkegaard, zamanı kavramaya çalışan benliğin fenomenolojisini açıklarken, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bilgisine sahip olmaya çalışan benliğin elde ettiği bilginin, üç zamana zorunluluk yüklemeyeceğini söyler. O, geçmişi kavradığını ve onu bütünüyle anladığını iddia eden birini büyük bir yanılgı içinde görür. Çünkü kavrayış düzeyinde geçmiş, kati suretle ‘tam olarak’ anlaşılamaz. Üstelik bu sadece geçmişe hususi bir durum da değildir. Aynı şekilde şimdi ve geleceğin de kavrayış düzeyinde tam olarak anlaşıldığı iddia edilemez.³ Benliğin zamanı kavrayışında tezahür eden bu yanılsama, uzaydaki uzaklığın yanılsatıcı yapısına benzemektedir sanki. Şu halde kavrayış, geçmişi ve diğer zamanları zorunlu hale getiremez ve getirdiği de iddia edilemez.
Özellikle sınır ve psikotik kişilik örgütlenmesine sahip kişilerin ruhsallığı belirli bir zamanda donmuştur. Danışan her halükarda bugünü yaşama güçlüğünden muzdariptir: Geçmişte donan zaman, pişmanlıklarla, bitmeyen işlerle karakterize iken; gelecekte donan zaman kaygılar ve korkularla tariflidir. Özne aslında iki zamanı da çok iyi kavradığını düşünme hatasına düşmektedir. Kierkegaard buna ‘yanılsama’ diyordu ki evet apaçık bir yanılsamadır bu tutum. Çünkü öznenin zannettiği gibi değildir mesele; tam aksine: Geçmiş her defasında farklı biçimlerde kavranılmaya müsaittir; gelecekse türlü edimselliklere ve ihtimallere gebedir. Fakat özne, çokbilmişlik yapar.
***
-Hayatımda her şey hep benim dediğim gibi oldu. Eminim yine her şey benim dediğim gibi olacak.
-Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, merak ettim doğrusu?
-İşte dedim ya, hep böyle oldu hayatımda. Ama hep haklı çıkmak yorucu bir şey. İnsanlar bu yönümü anlayamıyorlar ve sonra benden uzaklaşabiliyorlar.
-Geçmişinizde sürekli haklı olduğunuzu ve gelecekte de yine böyle olacağınızı düşünerek onları kendinizden uzaklaştıran ve kendinizi yoran, bizzat kendi benliğiniz olabilir mi, ne dersiniz?
Geçmişine asabi bir yargıç, geleceğine ise küstah bir kâhin gibi davranarak şimdisine ihanet etmektedir danışan. Zamanı yaşamaktansa onu kavramayı tercih eder – ama sırf bu yüzden kavrayamaz- ve kör kütük genellemelerinin önce kurbanı sonra da şikâyetçisi olur. Zaten şikâyet etmek denilen şey de, yaşanamadığı için kavranamayan zamanın donması ve kısır bir tekrar döngüsüne girmesi değil midir?
Lanetli ve Kutsal
Sonlu ile sonsuzu, madde ile manayı, yaşam ile ölümü, geçmiş ile geleceği aynı anda kavramaya ve yaşantılamaya çalışan insanın halleri paradoksal ve zorlanımlı olmasının yanında aynı zamanda gelişim ve geçişimlere de açıktır. Öfke, suçluluk, pişmanlıkla mukayyet geçmişin ‘unutulmuş’ bir yaşam sunması kaçınılmazdır. Unutulan benliktir; unutan ise yine benliktir. Özgün, besleyici/ beslenmiş bir geçmişin özelliği ‘fark’tır. Kısır bir devr-i daimden kurtulan özne, benliğinin yönelimlerini geçmişinden izin ve örnek alarak farklılaştırıp yeniden ama özgünce yaşantılayabilir; kendini unutmaz ve kendinden kaçmaz. Geçmişin kanalı ve izniyle beslenen bir ‘şimdi’ ve ‘bugün’ ise yakın ve uzak geleceği, umudun motive edici etkinliği ile doldurabilir. Gelecek, bu itibarla, şimdinin, geçmişe ne düzeyde izin verip vermediği ile inşa olunacaktır. Bunun ucunda unutarak geçmişte donmak da vardır; ışıyan ve ısıtan bir geleceğe yönelebilmek de.
İnsan, belki de dünyada olmasının zorunlu bir sonucu olan bu paradoksa maruz kalmasıyla insan; zaman da sadece insan benliğine sunulmuş hem lanetli hem de kutsal bir hediye olmakla zaman olabilmektedir. Psikoterapi nihayetinde, Kierkegaard’tan talim ettiğimize göre, paradoksların kaos’unda (anlamsızlığında) yaşayan benliğin, ilişki yoluyla kendisine, zamansallığına, dünyadalığına anlam verebilmesini ve kendi kosmos’unu (anlamını) yeniden kurabilmesini sağlayan çok değerli bir araçtır.
Not 1: Bu yazı, daha önce Dinlenen Ben Rüya ve Terapi Dergisi'nin 5. sayısında "Kierkegaard’ta Zamansallık & Psikoterapide Zaman" ismiyle yayınlanmıştır.
Not 2: Bu yazıya "Psikoterapide Zaman" başlığını değerli hocam Prof. Dr. Ataman Tangör'ün "Psikoterapide Zamanı Yaşamak" isimli kitabından ilhamla verdim.
Dipnotlar
²'İsimsiz Talebe' meselinde Kierkegaard şöyle der: ‘’İleri gitme güdüsü dünyanın en eski şeylerinden biridir.’’
Kaynaklar
Freud, S. (2014). Uygarlığın huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.) İstanbul: Metis.
Hartacollis, P. (1986). Time and timelessness. Connecticut: International Univ. Press.
Kierkegaard, S. (2013). Felsefe parçaları ya da bir parça felsefe. İstanbul: İş Bankası.
Kierkegaard, S. (2006). Kaygı kavramı. İstanbul: İş Bankası.
Kierkegaard, S. (2013). Meseller. İstanbul: Pinhan.
Tangör, A. (2001). Psikoterapide zamanı yaşamak. İstanbul: Evrim.
Uzm. Psk. Gökhan Özcan
Yorumlar
Yorum Gönder