Klinik Edebiyat: Öznelliğin Peşinde Bir Ara Disiplin




Edebiyatın, verili gerçekliğini aşmak isteyen insan benliğinin ürünü olduğunu biliyoruz. İnsan benliğinin çeşitli fenomenlerini ve koşullarını araştıran psikoloji, edebiyatla iç içe bir disiplindir. Psikoloji ile edebiyatın bu meşhur kesişiminin, her iki disiplinin hakkı verilerek tam manasıyla tartışılamadığını düşünmekteyiz. En bilindik tutum, söz gelimi klasik psikanaliz gibi bir ruhsal işleyiş modelinin bir edebi karakterin yaşantılarına doğrudan uygulanarak, metinde teoriyi görme/yaratma çabasıdır. Bu tutumun edebiyat ve psikolojinin kesişim alanını teorik açıdan temellendirme konusunda yetersiz kaldığını düşünmekteyiz. Edebi karakterlerin öznelliklerini terapötik psikolojik açıdan yorumlama uğraşına “klinik edebiyat”* ismini uygun görüyoruz. Bu yazı, uygulamalı bir örnek eşliğinde, klinik edebiyatın meşruiyetini aldığı benlik-odaklı, fenomenolojik zemini tarif etmeyi amaçlamaktadır.

Tanımsal Sorunları Nasıl Aşabiliriz?

Edebiyat ve psikolojinin sosyal disiplinler olmaları sebebiyle uzlaşılmış tanımlarını yapmak oldukça zor bir girişimdir. Öncelikle psikoloji disiplinindeki tanımsal çerçevelere bakılabilir. “Psikolojinin tanımı nedir?” sorusunu 1900’lerin başında bir davranışçı psikoloğa sorarsanız, size psikolojiyi “davranışın bilimi” olarak tanımlayacaktır. Davranış da etki-tepki mekanizmasından ve şartlanmalardan ibarettir. Bu sebepledir ki Watson, deneği Küçük Albert’in bir iç dünyası olduğuna inanmıyordu. Freud’a sorarsak, o psikolojiyi “bilinçdışı süreçlerin bilimi” olarak tarif edecektir. Davranışçılardan farklı olarak Freud’a göre –neyse ki- insan bir iç dünyaya sahipti ve bu iç dünyanın birtakım düzenekleri ve savunma mekanizmaları olmalıydı. Bir bilişsel psikoloğa sorarsak da, psikolojinin tanımını “biliş”, “şema” vb. kavramlara atıf yapmaksızın ortaya koyabilme konusunda zorluklar yaşayacaktır.

Bir psikoloji tarihçisi olan Graham Richards, Psikolojiyi Yerli Yerine Oturtmak (1996) isimli önemli kitabına tam da bu sorunsalı tartışarak başlar ve psikolojinin disipliner çeşitliliğine ve bu çeşitliliğin birtakım amaçsal farklılıklar yarattığına vurgu yapar. Richards, arıların dansını inceleyen bilimin psikoloji; insanların dansını inceleyen disiplinin antropoloji oluşunu haklı olarak garipser. Öyleyse işler çok karışık. Biz bu karışıklığı William James’in tanımına başvurarak yerli yerine oturtmaya çalışacağız.

Psikolojinin, bize göre, en doğru tanımını, William James’in The Principles of Psychology (1890) kitabının girişindeki şu cümlesine borçuluyuz: "Psychology is a science of mental life both of its phenomena and their conditions." (Psikoloji, mental yaşamın fenomenlerinin ve koşullarının bilimidir)

James’in buradaki ‘’mental life’’ kavramı oldukça önemli ve anlamlıdır. Çünkü o dönemdeki ana akım psikolojisi ‘’yaşantı’’ ve “öznellik” kavramlarını ihmal etmiştir. James, yaşantı kavramını psikolojinin tanımı içerisine yerleştiren ilk psikologdur. Peki, yaşantı ne demektir? Yaşantının asli kurucu özelliği nedir? Elbette öncelikle algısallıktır. Yaşantı her zaman bir benliği, öznelliğin mevcudiyetini şart koşar. Örneğin şu anda beni okuyorsunuz ve algılıyorsunuz. Algının kompleks bileşenleri vardır: işitme, görme, beden algısı, iç organlardan gelen duyumların algısı vb. İşte öncelikle bu algılar ve bunlara ek olarak düşünce, duygu, refleksiyon gibi insan zihninin diğer bileşenleri mental yaşamın fenomenleridir ve siz bu algı ve bileşenlerin sahibi, yaşayan, öznellik sahibi bir öznesiniz. Mental yaşam kavramı, sadece insana ait bir nitelik değildir. Ama insanda daha komplike ve belirgin bir formda mevcuttur. Mental yaşam hayvanda da vardır. Hayvanın da tam açıklayamasak da bir bilinci ve benliği vardır.

Edebiyatın tanımsal çerçevesine bakmak istediğimizde işler burada da karışıktır. Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı (1983) isimli kitabında edebiyatın bünyesel bir ortak tanımının mevcut olmadığını iddia eder. Yapısalcılık takipçileri olan Rus Biçimcilere soracak olursak edebiyat “dilin kullanımları, örüntüleri” üzerinden tanımlanmalıdır. Başka bir ekole sorarsanız “kurgunun” çok önemli olduğunu söyleyeceklerdir.

Genel olarak “kurgusallık” ve “dil” olarak ikiye bölünmüş bu tanımlama uğraşının dışına çıkarak özgün bir edebiyat tanımı yapmaya çalışalım. Bize göre bir metnin edebi bir nitelikte olabilmesi için yeterli olmayan ancak gerekli olan şart, ‘’bir öznelliğin anlatımı’’ olmasıdır (Arıkan, 2019; Kara, 2019; 2020). Her öznellik anlatısı olan metnin edebi metin olduğunu iddia edemeyiz fakat bir metni edebi hale getiren asgari koşulun bu olduğunu düşünüyoruz. Öyleyse bize göre edebiyat öznelliğinin yadırgatıcı bir dil üzerinden anlatımıdır. Yadırgatıcı dil, Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz (1952) romanındaki gibi sade ve gündelik bir dil kullanımı da olabilir pekala. Bize göre dildeki asıl mesele, özneler-arası (yazar-okuyucu arasında) bir “ilişki”nin kurulabilmesidir; yoksa dilin salt aşırı estetik kullanımı değildir. Söz gelimi psikoterapistlerin vaka sunumları da bir öznelliğin anlatımını içermektedir. Peki bu anlatımlar edebi metin sınıfına girebilir mi? Elbette hayır. Vaka sunumlarında her ne kadar bir öznelliğin anlatımı mevcut olsa da, vakayı sunan psikoterapist edebi bir niyet taşımamakta, bir edebiyat okuruyla ilişki kurmamaktadır.

Bir öznenin öznelliğinin anlatımına rastlamadığımız herhangi bir edebi metnin var olamayacağını düşünmekteyiz. Bu metin, Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston (1970) romanındaki bir martının ya da Tolstoy’un Holstomer (1886) öyküsündeki gibi bir atın yaşantısını içerse dahi, geride açıkladığımız üzere, yine bir öznelliğin anlatımı olacaktır.

Yöntem Arayışı: Fenomenoloji

Psikoloji ve edebiyatın kesişim noktasının öznelliğin yaşantılarını önemseyişleri olduğunu söyledik. Peki bir edebi metni, öznelliğin ya da benliğin yaşantıları üzerinden hangi yöntem aracılığıyla okuyacağız? Mesela psikanalizin edebi tekniği, bir öznelliği inceleme konusunda en olgun düzeye ulaşmıştır diyebilir miyiz? Bu soruya olumlu bir yanıt vermek pek mümkün görünmemektedir. Çünkü psikanalizi psikanaliz yapan, ister düş ister edebi metin olsun, bilinçdışı süreçlerin peşinde oluşudur. Freud’un sıklıkla vurguladığı gibi psikanalizde kişinin ruhsallığının büyük kısmı bilinçdışıdır. Öyleyse psikanalizle, açık bilincin alanında yer alan kavramlar olan benlik ve öznelliği, en azından Freudyen psikanalizi kast ederek, bir araya getirmemiz güç görünmektedir.

Tam da burada klinik edebiyatı işlevsel olarak mümkün kılacak yöntemin fenomenolojik bakış olduğunu söylemeliyiz. Günlük yaşamımızda deneyimlerimizi bir yığın açıklama, ön-bilgi, hipotez, teori ve yargı yığınıyla yaşarız. Bu nedenle çoğu zaman deneyimlerimizin özü bize kendisini açmaz. Fenomenolojik bakış, deneyimlerimizi ya da başkasının deneyimlerini, olduğu haliyle anlayabilmemiz için önemli bir tutumdur. Fenomenolojik bakış, bir anlamda teorik bakışları, varsayımları olabildiği kadar bir kenara koyarak kişiyi ya da metni anlama çabası içinde olmaktır (Natanson, 1998; Zahavi, 2019). Fenomenoloji bilindiği üzere Alman filozof Husserl’in kurduğu bir felsefe sistemidir. Fenomenolojinin daha sonra birçok farklı dala ayrıldığını, edebiyat ve psikoloji gibi çeşitli disiplinlerde yöntem olarak kullanıldığını bilmekteyiz.

Fenomenoloji olabildiği kadar “yargısız bakış” kurabilme peşindedir. Bu yargısız bakışa fenomenologlar epoche (ayraca alma) demektedirler. Mesela bir kişi rüyasında gördüğü yeşil bir yılanı anlatmakta: Eğer siz bu yılanı şifa sembolü olarak düşünürseniz teorik bir atıf yaptığınız, yargı yüküyle yaklaştığınız için fenomenolojik tutumdan çıkmış olursunuz. Ya da siz yılandan korkuyorsunuz diye o kişinin de korktuğunu düşünürseniz yahut Freudyen bir bakışla bu yılanı fallus olarak dinlerseniz yine fenomenolojik tutumdan çıkmış olursunuz (Craig ve Walsh, 1993). Fenomenolojik bir çalışma yapmak istiyorsanız merak ettiklerinizi o kişiye sormanız gerekecek: Bu yılan nasıl bir şeydi? Onu görünce ne hissettin? Bu yılanı tarif eder misin? İşte bu soruları sorarak o kişinin öznelliğine, yaşam-dünyasına daha fazla yaklaşabiliriz. Bu günlük hayatta da böyle değil midir? Anlattığınız bir şeyi kendi yargılamaları ve yüklemeleriyle bölen biri mi yoksa anlattığınızı dinleyen, sizi kendine göre yorumlayıp durmayan ve yargısız kalarak sizi doğru soru ya da karşılıklarla yankılayabilen biri mi daha iyidir?

Burada yöntemsel bir açmazı da tartışmak gerekmektedir. Edebi metin çalışmalarında merak ettiklerimizi kendisine sorup yanıt alabileceğimiz canlı bir karakter karşımızda bulunmamaktadır. Peki, öyleyse ortaya yargısız bir okuma/anlama eylemi nasıl koyabiliriz? Bu soruyu fenomenolojinin iki farklı tarzını aktararak açımlayarak ele alabiliriz. Şimdiye dek yargısız bir okuma yapma şeklinde ortaya konan fenomenoloji tarzı, Husserl takipçilerinin önemsediği yöntem olan betimsel fenomenolojidir. Betimsel fenomenolojide var olan var olduğu haliyle açığa çıkarılır. Tam bir yoruma ulaşma amacı yoktur. Diğer tarz ise Heidegger takipçilerinin ölçüt aldığı yorumsayıcı (hermeneutik) fenomenolojidir ki bu tarzda metaforlar, eğretilemeler, sorgulamalar ve dil oyunları ile metnin çeperinde sanatsal ve felsefi çeşitlemeler yapmak mümkündür. Yargısız bir bakış kurmaya çalışan, teorik atıfları dışarıda bırakmaya çalışan betimsel fenomenoloji edebiyatçılar ve birçok psikoterapist tarafından kuru bulunabilir. Kanaatimize göre betimsel bakış her türlü insan odaklı çabanın zemininde bulunmalıdır. Aksi takdirde aşırı yorum tehlikesiyle öznellikten yani bireyin yaşantısından kopup zihindeki teoriyi yaşamak söz konusu olacaktır. Her iki tarzın birlikte kullanımı, herhangi bir teoriye atıf yapmaksızın ve birebir yazarla/edebi karakterle konuşmaksızın bir metni zengin bir açıdan ele almamızı kolaylaştıracaktır. Zaten yazar, metninde kendini çoktan ifşa etmiştir. Edebi karakterin yaşantıları bir şeyleri gizlemez; tam tersine açığa vurur. Mesele, metnin kendisine (yani yazarın bilincine) mi yoksa hazırda bulunan teorilere mi dönüleceği sorusuna verilen yanıttır.

Fenomenolojik bakışı felsefe içerisinde en iyi uygulayan düşünürlerden biri, kanaatimizce, Bachelard’tır. Mekanın Poetikası (1957) ve Düşlemenin Poetikası (1960) kitaplarında mekan ve düşlemeyi fenomenolojik bir tarzda anlamaya çalışır. Bachelard, örneğin çekmeceleri betimlerken öznelerin çekmecelerle kurduğu öznel ilişkiyi kavramaya çalışır. Bu çabanın öznelliği esas alması sebebiyle fenomenolojik duyarlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Klasik psikanalize göre ise çekmecenin anlamı teoride ilksel olarak bellidir. Klasik psikanalitik görüşe sadakat gösteren bir metin eleştirmeni/psikoterapist isek çekmecenin sembolik anlamını değiştirebilmek için kendimiz olmamız yetmez; Freud olmamız gerekir. Fenomenolojik bakışta ise anlamı, çekmeceyle ilişki kuran benliğin öznelliği belirler. Bir kişi çekmeceleri hoyrat ve dağınık kullanır; başka biri ise düzenli. İki benliğin çekmeceyle kurduğu ilişki görüldüğü üzere bambaşkadır ve bu sebeptendir ki iki çekmecenin sembolik anlamı zorunlu olarak farklılaşacaktır.

Uygulamalı Bir Örnek

Aşağıda yer alan metin, Raymond Carver’ın Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz (1981) isimli öyküsünün, makale yazarı (G. Ö.) tarafından yapılan kısa fenomenolojik yorumudur. İçeriği italik olarak verilen parantezler, fenomenolojik yorumun yazar tarafından nasıl icra edildiğine dair açıklayıcı notları içermektedir.

Bir içki masasının çevresinde oturan arkadaş iki çift vardır. Konuşmalara Nick’in tanıklığı üzerinden dahil oluruz. Masadaki sohbet, koyu renk gözlere, sırtına dökülen kahverengi saçlara sahip bir kadın olan Terri’nin daha önce birlikte yaşadığı Ed ile ilişkisi ve bu ilişkide şiddet içeren tutumlarına rağmen Ed’in kendisine aşık biri oluşunu hikayelemesiyle başlar. Bir yandan bolca içki tüketilir. Fenomenolojik bir çalışma yürüteceksek sarhoş olmanın kişileri bilinçlilikten uzaklaştırdığını ve bu sebeple söylemek istenenleri çarpıtan bir engel yarattığını varsaymamamız gerekmektedir. Çünkü fenomenoloji bilinçte olup bitenleri esas alır. Sarhoş da olsa Terri Terri’dir, Mel Mel’dir (Yazar burada metindeki karakterlerin konuşmalarına epoche uygulamakta, karakterlerin bilinçli ve yönelimsel kişiler olduğunu teyit etmektedir). Terri’nin eşi Mel, beş yılını ilahiyat fakültesinde geçirmiş daha sonra tıp fakültesine geçiş yapmış, şu anda cerrah olarak çalışmakta ve mutlak aşka inanmakta, Terri’nin aşka dair getirdiği tanımlamaları anlamlı bulmamaktadır (Buraya dek yazar hikayenin genel çatısını betimsel bir tutumla incelemiştir).

“Bunun aşk olmadığını söyleme”, “Yine de beni severdi. Bunu kabul et.” cümleleriyle Terri’nin kendisini döven, küfür eden ve sonunda intihar eden Ed’in hissettiği aşkı Mel’e ve diğerlerine ispat etmek istediğini görüyoruz. Terri neden Ed’in kendisine aşık olduğunu dile getirmek ve ispat etmek ister? Bunu tam olarak bilmiyoruz. Fenomenolojik bir çalışma için bu sorunun çok önemli olmadığını da biliyoruz. Bildiğimiz ve yetinmemiz gereken tek bilgi şu: Terri’nin hikayesinin Mel’in itirazlarını, Nick’in ise merakını arttırdığı (Fenomenoloji kökensel etiyolojik atıflarla ilgilenmez; bir olgunun nasıllığıyla irtibat kurar). Terri’nin anlatımlarının fenomenolojik yüzeyinde Ed’in aşkına ek olarak onun Ed’e olan aşkına dair herhangi bir aktarım duyamıyoruz. Yanılmıyorsam, Mel’in, en fazla Ed’in kendini mahveden sürecine üzülüşüne tanık oluyoruz.

Terri ve Mel’in aşkın mahiyeti üzerine yaptıkları hararetli tartışmaya Nick’in sevgilisi Laura’nın “Biz aşkı biliriz” deyişinden yazarın yönelimselliğini sezinliyoruz. Carver, herkesin aşkı bildiğini ve kendinden emin bir şekilde tanımlayabileceğini fakat bu biliş ve tanımlayışın bizi aşkın mutlak mahiyetine götüremeyeceğini söylemek istemektedir sanki. Aşk, öyleyse puslu bir doğaya sahiptir. Bakışı büken bu pus, bakan kişilerin deneyimleri temelinde yapılanan bir anlam dünyasına kapı aralar, desek fazla ileri gitmiş olur muyuz? (Burada yazar betimsel tutumun ilerisine geçip yorumsayıcı bir bakışı izlemektedir: Yaptığı yorumsamanın ve sorduğu sorunun kaynağı zihninde takip ve itimat ettiği teori değil; bizzat öyküdeki olay akışı ve duygulanımlardır)

Mel, Terri’nin tekinsiz ve şiddetli aşk tanımından açıkça rahatsız olur ve aşkı bir akademisyen hassasiyetiyle kategorilere ayırır: fiziksel aşk, cinsel aşk, duygusal aşk. Eski eşini daha önce ne kadar çok sevmiş olduğunu ve şimdi hissettiği nefreti hatırlar. Bunun bir paradoks olduğunu düşünür ve garipser. İç dünyanın yasaları Mel’in cerrahi operasyonlarının mekaniğindeki sabitlik ve belirginliği içermemektedir çünkü (Yapılan bir teşbih ile yorumsayıcı tutum sürdürülmektedir).

Şu anda içerisinde yer aldığımız aşk hikayelerinin bir gün sonlandığında sadece bir anıya dönüşeceğini ve kısa bir yas sürecinin ardından herkesin yoluna devam edeceğini söylerken Mel’in aşkın geçici, tekinsiz ve paradoksal doğasından ne kadar rahatsız olduğunu anlıyoruz. Kaza geçiren yaşlı çiftin hikayesinde belirgin olan ilgi ve önemseyişin Mel’in aşk tanımındaki önemli yerini görüyoruz. Evet, bitimsizce tek bir kadınla ya da erkekle ilgileniş halidir Mel’e göre gerçek aşk. Laura’nın zırhlı şövalye Mel’e “Gittiğin her yere bir kadın eşarbı götür” önerisine Mel’in verdiği “Ya da sadece bir kadın” yanıtından aşkın Don Kişotçu savunuluşunu fark ediyoruz (Aynı deneyimi paylaşan diğer edebi metin karakterlerine yapılan atıfla yorumsayıcı tutum halen sürmektedir).

Bu öyküde fenomenolojik bakışın ödevinin herhangi bir aşk tanımının savunusunu yapmamak olduğunu düşünmekteyim (Metnin genel özünü açığa çıkarma denemesi). Carver tam da bunu görmemizi istemektedir: Aşk aslında tanımlanamaz. En fazla hikayeleştirilip yorumlanabilir. Yorum da nihayetinde hikayeleyeni bağlayacaktır. Çünkü her aşk ancak kendi öyküsünü inşa edebilecek kadar genel geçerdir (Metinden kopmadan yapılan yorumsayıcı genellemelerle yazarın niyetine ve yönelimselliğine ulaşmak amaçlanmaktadır).

Sonuç


Hem psikoloji hem de edebiyatın öznelliğin anlatımları peşinde olduğunu söyleyerek edebiyat ve psikoloji arasında tanımsal ve dolayısıyla pratik açıdan uzlaşımsal bir alan belirlemiş olduk. Öznelliğin yaşantılarını kavrama konusunda esasen edebiyatçıların sezgisellikleri Freud’un Sanrı ve Düş (1907) kitabının girişinde ifade ettiği gibi, psikologların kavrayışlarından daha isabetli ve derin olabilmektedir. Öyleyse psikoterapistlerin bu sezgiselliği geliştirmeleri insan öznelliğiyle çalışmaları sebebiyle önem arz etmektedir. Bize göre psikoterapistlerin öznelliğe dair sezgiselliklerini geliştirebilmeleri için edebiyat eserlerindeki yaşantı aktarımlarını başta betimsel ve yorumsayıcı fenomenolojik bir tutumla kavrama gayreti içinde olmaları gerekmektedir. Edebi karakterlerin yaşantılarını terapötik açıdan yorumlama çabalarına karşılık gelen, edebiyat ve psikoterapi arasında yer alan, öznelliği merkezinde tutan bir ara disiplin olarak klinik edebiyat kavramı, ancak bu zeminde meşru ve işlevsel bir değere kavuşabilir. Klinik edebiyatın, psikolojinin/psikoterapinin salt empirik ve teorik yapısını yumuşatarak, onu insan odaklı bir mecraya çekmeyi kolaylaştırabilmesini umuyoruz.

*Google arama motorunda yapılan genel; Google Scholar’da yapılan kelime düzeyindeki akademik taramada Türkçe ve yabancı kaynaklarda “klinik edebiyat” kavramının kullanımına rastlanmamıştır. Bu itibarla bu kavramın ilk defa bu makalede kullanıldığını not düşmeliyiz. (29. 09. 2020).

Uzm. Psk. Gökhan Özcan

Kaynakça

Arıkan, H. H. (2019). Edebiyat ve fenomenolojik edebiyat eleştirisi üzerine. Dinlenen Ben Rüya ve Terapi Dergisi, 6, 41-45.

Bach, R. (2000). Martı Jonathan Livingston. (K. A. Demireğen, Çev.) İstanbul: Epsilon.

Bachelard, G. (1996). Mekânın poetikası. (A. Derman, Çev.) İstanbul: Kesit.

Bachelard, G. (2012). Düşlemenin poetikası. (A. Tümertekin) İstanbul: İthaki.

Carver, R. (2019). Aşk konuştuğumuzda ne konuşuruz. (A. Sabuncuoğlu) İstanbul: Can. 

Craig, P. E., & Walsh, S. J. (1993). Phenomenological challanges for the clinical use of dreams. G. M. Delaney (Ed.), New directions in dream interpretation (ss. 103-154). New York: SUNY. 

Eagleton, T. (2008). Literary theory: An introduction. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Freud, S. (2003). Gradiva: A pompeiian fancy/delusion and dream in Wilhelm Jensen's Gradiva. Los Angeles: Green Integer.

Hemingway, E. (2020). Yaşlı adam ve deniz. (Y. Yener, Çev.) Ankara: Bilgi Yayınevi.

James, W. (1983). The principles of psychology. Massachusetts: Harvard University Press.

Kara, H. (2019, 2020). Edebi ve felsefi metinlerde psikoloji dersi notları. İstanbul Medipol Üniversitesi.

Natanson, M. (1998). The erotic bird: Phenomenology in literature. New Jersey: Princeton University Press.

Richards, G. (2002). Putting psychology in its place: A critical historical overview. New York: Routledge and Hove: Psychology Press.

Tolstoy, L. N. (2013). Üç ölüm. (G. Ç. Kızılırmak, Çev.) İstanbul: İş Bankası.

Zahavi, D. (2019). Phenomenology: The basics. New York: Routledge.













Yorumlar

Popüler Yayınlar