Ölü Timur Gökyüzüne Bakıyor


-Bir Klinik Edebiyat Uygulaması Örneği-

Gustaf Cederström, Karl XIIs likfärd Bringing Home the Body of King Karl XII of Sweden, 1884

Gustaf Cederström, Karl XIIs likfärd Bringing Home the Body of King Karl XII of Sweden, 1884

“Herkes kendisi tarafından kandırılır.” –Kierkegaard

“Kim kendinden kaçabilir?” –Horatius

“Nasıl da ufak boğuştuğumuz şey
Bizimle boğuşan nasıl da büyük!” –Rilke

“Ve nerede dinlenir insan dev çabaların yorgunluğundan?” –Goethe

“Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.“ 
İsmet Özel

Bu yazıda Melih Cevdet Anday’ın “Ölü Timur Gökyüzüne Bakıyor”* şiirini, önceki bir yazımda** “klinik edebiyat” olarak isimlendirdiğim ara disiplinin olanakları çerçevesinde incelemek istiyorum. Edebi karakterlerin öznelliklerini terapötik/psikolojik açıdan yorumlama uğraşını “klinik edebiyat” olarak isimlendirmiş ve bu disiplini fenomenolojik bakışın olanakları üzerinde yapılandırmış ve ileriki yazılarda bu disiplini farklı metinler üzerinden örnek uygulamalarla çalışmaya devam edeceğimi belirtmiştim. Bu yazı, bir örnek uygulama olarak düşünülebilir.

“Ölü Timur Gökyüzüne Bakıyor” başlığı, şairin bize Timur isminde birinin, ki metindeki bağlantılar esas alındığında Sultan Timur olması çok muhtemeldir, ölü bedeninin gökyüzüne bakarkenki halini tasvir edeceğini düşündürmekte. Burada esas alacağımız öznellik, (Sultan) Timur’un ölü bilinci. Klinik edebiyatın esas aldığı fenomenolojik bakışa göre ölü bir beden de bir öznelliğe ve bilince sahip olabilir. Nitekim pekala bir hayvanın veya taşın bilincinden de bahsedilebilir. Sahne öyleyse şöyledir: Timur artık ölmüş, gökyüzüne bakıyor ve o sırada kendi kendine konuşuyor, düşünüyordur. Kendi kendine: Çünkü şiirde Timur dışında başka birinden bahsedildiğini görmemekteyiz. Timur sadece tek bir yerde okuyucuya hitap etmektedir.

ordum kalabalıktı, ölüm kalabalık.

nereye bağlasam atımı. gök boş.

bir o kalmıştı alınacak daha

yeryüzü sınırına vardığımda.

ama gündüz mü öncedir, gece mi?

vaktimdi geniş alınlı toprak.


Timur, ordusundaki askerlerin ve aynı zamanda ordusunda yaşanan ölümlerin fazlalığından bahsediyor ilk olarak. Timur’un gökyüzüne bakan ölü gözleri, atını bağlayacak bir yer bulamıyor. Şu gerçekle yüzleşiyor önce Timur: Bir at gökyüzüne bağlanamaz çünkü gök boştur. Ama alışkanlık işte. Ve şimdi sırada yüzleşmek durumunda olduğu şu gerçek vardır: Sultan da olsa bir ölünün, atını herhangi bir yere bağlamasının imkanı yoktur. Timur’un ölü bilinci, yaşıyorken yeryüzünde fethettiği sınırları düşlüyor sonra. Gökyüzüne bakarken fark ediyor ki alınacak tek bir yer kaldı: O da gökyüzü! Fakat biçare; artık o bir ölü. Zaten gökyüzü, her halükarda fethedilecek bir yer değildir. Esasen gökyüzü bir “yer” değildir. Timur ise değil gökyüzünü almak; şu anda gözlerini bile kıpırdatamıyor. Timur’un ölü bilinci, yaşarken gündüzün geceye önceliği gibi zamanın doğrudan kendisiyle ilgilenmediğini, içindeki zaman duygusunun daha ziyade fetih arzusuyla birlikte aktığını hatırlıyor. Demek ki yaşarken her insan zamanı kendi arzuları ve tarzıyla akıtıyor. Timur şimdi bir ölü olarak bu fetih arzusunun tümden sonlanmasıyla birlikte peyda olan yeni bir zaman duygusunu deneyimliyor olmalı. İnsan içindeyken fark edemiyor. İnsan, öyleyse, istemli ya da istemsiz olsun, aşina olduğu gerçekliğin ancak dışına çıktığında, ona mesafelendiğinde farklı gerçekliklerin farkına varabiliyor.

zaman hem ileri gidiyor, hem geriye

and olsun gecelerin çivisine.

ve her an özdeşi bir öncekinin

gökte ve yerde gizli bir şey yoktur

ve hiçbir şey hiçten daha gerçek değildi

bitecek miydi gökleri de alsam?


Ölü Timur zamanı kavramaya çalışıyor. Zamanın hem ileri hem geri giden bir şey olduğunu söylüyor. Yaşayan bir benlik için zaman sadece ileri gitse de, ölü bir benlik için zaman hem ileri hem geri gidebilen bir şey demek ki. Gecelerin çivisine yemin ediyor Timur. “Gecelerin bir çivisi mi var?” diye soruyor insan kendi kendine. Gecelerin çivisi, zamanı ileri geri gitmesin diye tutan, sabitleyen bir şey olabilir mi? Timur’a göre anlar, yaşayanlar için birbirini kovalayan özdeş yaşantılardan ibaret. Artık ölü olduğu için bu özdeşliğin dışına çıkmış besbelli ve oradan ne olup bittiğini daha net görebiliyor. İleri geri akmayan tek ve sabit bir zamanın içinde her şey aşikar. Yeryüzündeki bir gizi ifşa etmek istercesine fetih arzusuyla ortalığı kasıp kavuran yaşayan Timur, şimdi ölüyken, yeryüzünde ve üstelik şu an baktığı gökyüzünde herhangi bir gizin olmadığını söylüyor. Varlığı son bulmuş ve bilmediği bir yere yani hiçliğe doğru kayan bilinci artık şu apaçık gerçeği deneyimliyor: Hiçbir şeyin hiçten daha gerçek olmadığını. Timur, fetih arzusunun, bu gizi ifşa etme isteğinin gökleri aldığı takdirde bitip bitmeyeceğini sorgularken sanki bir anlamda bu arzunun ölüme dek hiç bitmeyeceğini, çünkü onun için bitmediğini ifade etmek istiyor.

olanı biteni baştan başladım yaşamaya

utkuların ödülü yalnızlık, unutmam.

atımın üstünde esneyip gülümserdim

tenimi bir hüzün kaplardı kimi zaman

benimi yitirirdim acılar içinde

baştan baştan. bu ceza ne güne sürecek böyle?


Timur’un bilinci, olup bitenleri en baştan hatırlayıp yeniden yaşama cezasını deneyimliyor. Kalabalık bir orduyla zaferler, utkular kazanan Timur aslında tam anlamıyla yalnız. Ama şimdi görebiliyor onu. Çünkü yalnızlığını utkularıyla kapıyordu. Bir zamanlar atının üstünde esneyip gülümsediği, hüznü teninde hissettiği zamanları ve sonra benini yitirdiği, öldüğü o son sahneyi hatırlıyor. Merak ediyor: Bu devr-i daim daha ne kadar sürecek? Timur artık hatırlamak istemiyor. Her şey bitsin istiyor. “Gerçekten” ölmek istiyor. Kierkegaard Timur’u anlayabilirdi. Çünkü Kierkegaard’a göre ölümden daha tehlikeli bir şey vardır: Ölememek. “Ben” olamayan biri için umutsuzluk cezası bir kurtuluş değildir.

sizler hepiniz su ve toprak olun

bir daha yaşamayın yaşadığınızı

ben gece doğdum gündüz diye

uyuyan çiçeği gördüm tacı kapalı

tüfeksiz bir yürek verdi bizlere tanrı

ve toprak eşittir yıldızlı göğe.


Timur ölmüş olduğu halde halen bir bilince sahip olmasının yarattığı ağır yükün farkındalığı içinden bizlerle ilgili bir dileğini aktarıyor. Dileği şu: Su ve toprak olmamız, yani bilincin ağır yükünden kurtulup yaşadığımızı hatırlayıp tekrar, en baştan yaşamamamız! Dünya zamanında sultan da olsa birtakım talihsizlikler yaşadığını söylüyor Timur. Gündüz diye gece doğmuş, uyuyan bir çiçeği tacı kapalı görmüş olmasıyla, dünya zamanının beklentilerine, arzularına uymayan bir tarafının olduğunu, dünya ile tedavi edilmesi pek mümkün olmayan uyumsuz ilişkisini betimlemeye çalışıyor. “Tüfeksiz bir yürek”: Timur silah kullanmaya ehil, güçlü elleri olan bir komutan. Söz konusu yüreği olduğundaysa silahsız kalan ve ne kadar da kırılgan, yalnız ve zayıf biri! Tüfeksiz bir yüreğe sahip olması Timur’a göre Tanrı’nın mahareti. Timur’un ölü bilinci toprağın, hakikatte fethedilecek bir şey değil; yıldızlı göğe eşit bir şey olduğunu biliyor artık. Çünkü göğe ilk defa farklı bir bakışla bakıyor. İşte dünyanın fethedilemezliği bilgisi. Mülk edinmenin bir vehimden ibaret oluşu.

sıkıldım. sıkıyor beni bu zamansızlık.

benliğime yargılıyım sonuna kadar.

her şey olduğu gibiydi ne korkunç!

yaprağın tozuna benzer insanın tozu

ve tanrı kim olursa olsun

tomurcuklanır o, sonra da solar.


Ölüler için zaman yoktur. Timur zamansızlığı deneyimlerken sıkılıyor ve benliğine bu anlatımlarından sonra tümüyle yargılı bir tutumla yaklaştığını fark ediyor. Çünkü benliğine çivilenmiş olduğunu, hükümdarsa bile aslında bir köle kadar özerk olamadığını ifade ediyor. “Her şey olduğu gibiydi ne korkunç!” Timur’un şu ana kadar tüm söyledikleri bir yana, şimdi bu söylediği bir yana! Timur bu cümlesiyle daha da derinleşiyor. Yaşayan benliğinin çarpıtmalarından, abartılı arzularından sıyrıldığı için her şeyi olduğu gibi görmenin korkunçluğunu hissediyor şimdi. Dünyada her şey olduğu gibidir ama algılarımız bu olup biteni o kadar yamultur ve başkalaştırır ki olmuş olanı değil; çoğu zaman arzularımızı veya korkularımızı görür, işitir ve deneyimleriz. Ölü Timur’un benliği, içinde konumlanmadığı dünyayı ayraca alabiliyor ve olana olduğu gibi muhatap olabiliyor. İnsanın tozu yaprağın tozu gibidir Timur’a göre. Basit, uçucu, fani, sıradan, olduğu gibi. Kendini Tanrı olarak deneyimleyen her kim olursa olsun solup yitmenin gerçekliğiyle yüzleşecektir.

baştan baştan. özerk bir köleydim ben

bir uyur gezer gururuydum ben

tabutun içinde eksik bir ölüydüm ben

başımızı öne eğdiren tipi

çarpıp duran kapıydım ben.


Timur’un bilinci yaşamını baştan baştan, tekrar hatırlayarak, içinde bulunduğu devr-i daimin yeni bir döngüsünü başlatıyor. Timur’un metaforlarla tarif ettiği kendini hatırlama biçimleri bir şekilde huzursuz ediyor insanı. Bütünlüğe, anlama saldıran paradoksal metaforlar kullanıyor. Sanki “Ben paradokstum” demek istiyor. Özerk bir köle olmak bir paradokstur söz gelimi. Kendinden haberi olmayan uyurgezerin bir gurura sahip oluşu da paradokstur. Peki ya eksik bir ölü olmak? O da öyle. Baş eğdiren bir tipi, çarpıp duran bir kapı olduğunu söyleyen Timur hengamelerle geçen çetin yaşamını bu sefer bize iyice hissettirmek istiyor.

gök boş. nereye bağlasam atımı?

sessizlikti benim kalabalığım

bir ölümden başka bir ölüme dek

yalnız ben isterdim ve kendim paylaşırdım

özgür insan isteğini istemekle beslenir

gök boş. nereye bağlasam atımı?


Timur boş göğe atını nasıl bağlayacağını aynı kıtada iki kez soruyor bu sefer. Bilinci, atını göğe bağlayamayacağı gerçeğini yeniden ve yeniden hatırlıyor. Kopan bir uzvun kendisini tekrar ve tekrar hatırlatması gibi. Sonlanan bir şey kendini yokluğuyla, olmayışıyla hatırlatıyor. Timur’un ne atı ne de onu bağlayabileceği bir yer var artık. Ölü bilincinin yarattığı devr-i daim içinde bir ölümden başka bir ölüme ilerlerken sessizliğini sadece kendisi isterse paylaşıyor. Timur’un yaşamını hatırlama biçimlerine bir yeni boyut ekleniyor burada: İstemeyi isteme özgürlüğü. “Ben özgürdüm aynı zamanda” demek istiyor sanki ölü Timur. Özgür bir insan olarak atını nereye bağlayacak peki? Yine bağlayamayacak. Çünkü özgürlük ve istemeyi istemek ölümle yitiyor.

Özgürlük, o zaman, yaşamın içinde bir yerlerde bulunmak, halen soluk alıp vermek ve halen isteyebilmek demek mi oluyor?

Sonuç Yerine

Klinik edebiyat disiplini içerisinde fenomenolojik zeminde çalıştığım bu şiirde herhangi bir psikoloji teorisini esas almadım. Şiire öncelikle saf ve yargısız bir tarzda maruz kalmaya çalıştım. Şiirin bende yarattığı bilinç hareketlenmelerini, metne sadık kalarak, içeriksel olarak açığa çıkarmaya ve sonrasında yorumsamaya çalıştım. Yorumsamalarımın metinden kopmadığını düşünmekteyim. Şiiri sanki yeniden, kendi kelimelerimle yazmış oldum. Bu şiiri  daha en baştan bir teorinin güdümünde yorumlamaya kalkışsaydım, şiir bana kendisini açmayacaktı. Söz gelimi psikanalitik bir çalışma yapsaydım Melih Cevdet'in bilinçdışı ile uğraşacak ve metindeki öznenin yani Timur'un yaşantısından kopacak, spekülatif bir çabaya girişmiş olacaktım. Klinik edebiyat eğer fenomenolojik bakış ile yaşantının kendisine odaklanmak istiyorsa, bu, bir özneyi ne ise o olarak anlama çabasının çok önemli oluşu sebebiyledir.

Timur, neticede, kendi olamamanın yüküyle hesaplaşmaya çalışan ölü bir benlik olarak kendisiyle ve bizlerle derin bir düzeyde konuşmaktadır. Bu şiir örneğinde görüldüğü üzere, klinik edebiyatın, yaşamsallığımıza, dünyadaki psikolojik/varoluşsal konumlanışımıza anlam vermeyi kolaylaştırabileceğini düşünmekteyim.

*Güneşte (1989), Adam Yayınları
**Klinik Edebiyat: Öznelliğin Peşinde Bir Ara Disiplin https://fgokhanozcan.blogspot.com/2020/09/klinik-edebiyat-oznelligin-pesinde-bir.html

Uzman Psikolog Gökhan Özcan

Yorumlar

Popüler Yayınlar