Ölüm Karşısında Benlik
Bence insan durmadan ölüyor. Ne zaman bir şey duyumsamasak, ne zaman bir şey keşfetmesek, ne zaman bir şeyi yalnızca mekanik olarak tekrarlayıp dursak. O an ölmüşsündür. -Borges
Öncelikle ölümün neliği ve nasıllığını iki soruyla belirlemek istiyorum.
İlk soru: Ölüm üzerine konuşurken aslında neyi konuşuyoruz? Basit ama önemli bir önerme: Ölümü düşündüğümüz ve konuştuğumuz her saniyede öncelikle yaşamı düşünüyor ve konuşuyoruz. Bu diyalektik devinim kaçınılmazdır. Ayrıca ölümü konuşmak, ölüm diye varsaydığımız şeyi konuşmak demek. Onu henüz deneyimlemedik. Deneyimlerken de konuşamayacağız. Deneyimlerken üzerine konuşabileceğimiz bir şey olmayan ölüm, yaşamımızdaki diğer konulardan tümüyle farklıdır o yüzden.
İkinci soru: Ölümü nereden/nasıl konuşuyoruz? Ölümü ve yaşamı idealize eden indirgeyici bakışlar ciddi bir etik sorun yaratıyor. Öncelikle etik konumumuzu tayin etmeliyiz. Ölümü konuşurken ben nerede duruyorum? Bir etik hat ölümü yaşamı ihmal ederek değerlendiriyor. Sanki ölümün kendi başına bir değeri ve anlamı varmış gibi. Bu görüş bana ölü sevici bir şeymiş gibi geliyor. Diğer hat ise Epikürcülükteki gibi ölümü yaşamdan dışlayarak bir yaşam neşesi inşa etmeye çalışıyor: “Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.” Bu önermeyi ölüm kaygısının tedavisinde Irvin Yalom da kullanır. İnançlı kişiler için oldukça hatalı bir önermedir.
Ben kendimi diyalektik bir yerde durmaya zorlamak istiyorum. Duracağım yeri Kral Gılgamış’ın yaşam öyküsü üzerinden temellendireceğim.
Ölüm Karşısında Benliğin Üç Konumu
1. Gömülmüşlük
Gılgamış kibirli, yürekli, güçlü ve acımasız, ölüm farkındalığı henüz olgunlaşmamış, gününü gün eden bir kraldır. Disosiyatif bir benlik durumudur bu. Tümden yalıtma. Ölüm, Gılgamış için gündelik yaşamdan sürülmüştür. Hatta Gılgamış bu sürgünü de unutmuştur. Birini öldürse bile ölüm yani ölümlülüğü ruhsallığına dahil olamaz. Gömülmüşlük konumunda olsa olsa ölüm düşüncesi ve duygusu yerine geçen dolaylı işaretçilerden bahsedilir: bedensel ağrılar, kabuslar, can sıkıntısı, eğlence düşkünlüğü, ölümle ilgili kültürel sığınaklar (başın sağ olsun gibi alışkanlık ifadeleri yahut duygudan kopuk özlü sözler)
2. Diyalektik Konum
Gılgamış ve Enkidu tanıştıktan sonra Gılgamış bir rüya görür ve bu rüyasını Enkidu’ya anlatır. Rüyanın içeriği metinde geçmemektedir. Sadece Enkidu’nun yorumunu okuruz: “Tanrıların atası sana krallık verdi. Alınyazın budur. Buna karşılık ölümsüzlük alınyazın değil.”
Enkidu’nun yorumuyla Gılgamış’ın ölüm karşısındaki konumu bir yönelimsellik kazanır. Bu yönelimsellik içinde ölüm farkındalığı vardır. Destanın önceki bölümlerinde Gılgamış gününü gün eden, halkına zulmeden bir kralken, şimdi tam içselleştiremese de ölümü fark eder. Ölüm farkındalığı ile birlikte Gılgamış adını büyük krallar gibi tuğlalara yazdırmak ister. Henüz derin bir farkındalık olmasa da Gılgamış ölümü önemser. Gılgamış sonra bir nehirde akıp giden cesetler görür ve Tanrı Şamaş’a yakarır:
“Ey Şamaş işit beni, işit beni, Şamaş sesim sana erişsin, ulaşsın. Burada, bu kentte kişi dertten ölür, yüreğini kaplayan karamsarlıktan yıkılır gider. Surların üstünden baktığımda, ırmakta akıntıya kapılıp sürüklenen cesetler gördüm. Sonum da işte böyle olacak. Böyle olacağını pekiyi bilmekteyim; çünkü insanlar arasında en uzun boylu olan dahi hiçbir zaman göğe erişemeyeceği gibi, enli olan da yeryüzünü çepeçevre sarmalayamaz.”
Gılgamış burada artık ölümü duygusu ile birlikte deneyimlemeye başlamıştır. Ağlar ve kederlenir. Ölümlülük, Gılgamış’ın öznelliğinde yer edinir. Buna karşın Gılgamış ölümsüzlük arzusuyla da yanıp tutuşmaktadır.
Kierkegaardçı bir ifadeyle Gılgamış nitel bir sıçrama yaşamıştır ve insanlaşmaya başlamıştır. Yalıtma yumuşamış, artık tam bir disosiyasyon yoktur. Gılgamış ölümden bahsetmeye ve duygu hissetmeye başlar. Gılgamış ölüleri bir nesne gibi algılamaz; ölümün, kendi ölümünün habercisi olarak müşahede eder. Ölümün varlığı diyalektik konumda aynı zamanda kişiye eylemselliğe doğru bir yönelim kazandırır. Kişi bu yönelimle Gılgamış’ın adını büyük komutanların yanına yazdırma istemesi gibi eser üretmeye koyulur. Elbette burada da yine gündelikliğin içine gömülme tehlikesi tam olarak bertaraf edilmiş değildir. Kişi bu sefer de eserine gömülebilir. Ama ilk aşamadaki gibi tümden yalıtma artık mümkün değildir. Bu yazıyı yazarken ben, okurken siz, diyalektik konumdayız denebilir. Ne gömülmüşlük içindeyiz ne de ölüm farkındalığıyla çıldırmış durumdayız.
Kierkegaard Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ta şöyle söyler: “İnsan sonsuzun ve sonlunun, zamansal ve ebedinin, özgürlük ve zorunluluğun bir sentezidir. Kısacası bir sentezdir. İki şey arasında olan bir sentez.” Ölüm ve ölümsüzlük, sonluluk ve sonsuzluk diyalektik bir işleme girebilirse, sentez gerçekleşirse Kierkegaardçı manada ancak o zaman doğru bir konumdan bahsedilebilir. Bu konum Gılgamış’ın ikinci aşamadaki benlik konumunda mümkün hale gelebilir.
3. Tam Deneyim
Humbaba’yı ve Gök boğasını öldüren Gılgamış ve Enkidu’ya bir ceza kesilir. Ceza, Enkidu’nun ölümüdür. Enkidu ölür ve Gılgamış yedi gün yedi gece Enkidu’yu çürüyene kadar yanında yas tutar. Dirilir diye umar. Çünkü Kohutçu anlamda Enkidu, Gılgamış için herhangi bir nesne değil kendilik nesnesidir. Gılgamış’ın önemli içsel bir parçasıdır. Enkidu’nun gömülmesi sonrasında Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı başlar. Ölümsüzlük otunu, ab-ı hayatı aramaya koyulur.
Yolculuğu esnasında Gılgamış dağları ve okyanusları aşar, Şamaş ve Siduri tarafından aynı cümlelerle uyarılır: “Aradığın hayatı asla bulamayacaksın.” Gılgamış’ın bu cümleyi anlayacak takati kalmamıştır; sürekli Enkidu’nun ölümünün kendisini çok korkuttuğunu ve etkilediğini tekrarlar. Gılgamış’ın yüzü çöker, korku içine fazlaca işler. Burada Gılgamış Enkidu için de üzülür fakat hakikatte Enkidu’nun ölümü kendi ölümünü hatırlatmıştır.
Humbaba’yı öldürmeye giderken zorluklarla boğuşan Gılgamış ile ölümsüzlük peşindeki Gılgamış arasında nitel bir farklılık vardır. Gılgamış ölümün gerçekliğini tam apaçıklıkla görebildiği için hala güçlü bir kişi olarak kabul edilebilir. Hatta Gılgamış şu aşamada daha güçlü biri olarak görülebilir.
Dikkatinizi şuraya çekmek istiyorum: Ölümle benliğimiz arasındaki perdelerin tamamen kalkması yani disosiyasyonun tümden sonlanması, ölüm farkındalığının tam deneyimi, kendilik nesnemizin ölümüyle mümkün olabilir. Bu bazen bir dost bazen anne veya baba yahut kardeştir. En derin bağı kimle kurmuşsak ölüm farkındalığı potansiyel olarak onun ölümüyle açığa çıkar. Eğer bu farkındalığı bastırırsak, inkar edersek psikopatolojiler gelişebilir. Kronik yahut örtük yas gibi. Ama tam deneyimi sürekli yaşayamayız ayrıca. Yoğun bir duygulanımsal haldir. Gılgamış da yedi gün tahammül edebilmiş ve sonsuzluğun peşine düşmüş. Gündelik hayatımıza dönmemiz gerekiyor. Bu bizim organizma olmamızla da ilgili. Enerjimiz sınırlı.
Tam deneyim kendi beden algımız üzerinden de gerçekleştirilebilir. Kendi bedeninizi tüm duyumları, ilişkileri ve bağlantılarıyla birlikte bir gün terk edeceğinizi derinden imgeleyebilirseniz o zaman tam deneyim gerçekleşebilir. Ölümümüzü deneyimlediğimiz rüyalarda da tam deneyim mümkün olabilir. Tam deneyim için cesaret gerekir. İnsanın bu konudaki cesaretsizliği affedilebilir.
Ölüme Rağmen Yaşam
İkinci aşama olan diyalektik konum Gılgamış değilsek bize en uygun konum gibi geliyor. Zaten tüm psikolojik başa çıkma yöntemleri burada icra ediliyor. Meditasyon, ölüm kaygısıyla baş etme pratikleri, mindfullness teknikleri vb. Fakat bu teknikler de bir süre sonra birinci konumdaki inkarı besleyebiliyor. Ölüm kaygısını salt baş etme teknikleriyle izale etmeye indirgemek çağdaş bir ab-ı hayat düşlemine kapılmak gibidir. Ölümü bir bozulma, tahribat gibi görmek onu diyalektik döngünün parçası yapmamızı güçleştirir. Yatışma histerisi baş gösterir. Üretim, obsesif yani nevrotik bir nitelik kazanır.
Diyalektik konumun temel önermesi bence şudur: Bedenim ölecek, bilincim ölecek ama yaşam ölmeyecek. Yaşamdan yana durmaktan başka çaremiz yok. Başka bir seçenek verilmemiş daha doğrusu. Yaşamdan yana nasıl durabiliriz? Benlik halkalarımızı genişleterek. Cansız varlıkları da canlı gibi deneyimleme sınırına varana dek kendimizin dışına çıkarak. Geçenlerde Yeni Zelanda’da Whanganu nehrine ‘canlı varlık’ olarak tanınarak hukuki statü verildi. Bir taşın varlık alanına saygı duymak. Onu tekmelememek. Bir kelebeği öldürmeden dışarıya salabilmek. Varlık karşısında mütevazı bir konumda, öznelliğimizi sınırlı ve sonlu gerçekliğimiz karşısında anonimleştirme, edilgenleştirme gayreti içinde kurulacak etkin bir yaşama açıklık bilinci içinde iz sürüş.
Heidegger ve Meister Eckhart’ın “olmaya bırakılmışlık” (Gelassenheit) kavramı, Kierkegaard’ın “sentez benlik” fikri, Gılgamış’ın benliğinin ikinci konumuyla yani diyalektik konumla oldukça yakın atmosferlere sahiptir. Peki, ölüm gerçeği karşısında sentezi gerçekleştiremeyen, olmaya bırakamayan benliğe ne olur? Gılgamış’ın ilk dönemi gibi sonluluğun umutsuzluğuna yahut son dönemindeki sonsuzluğun umutsuzluğuna kapılır. Gılgamış sonluluğuna gömülmüşken Enkidu’nun ölümü sonrasında sonsuzluk arzusuyla sarhoş olmuştu. Her iki durumda fark etse de etmese de bir umutsuzluk biçimini yaşadı.
Kierkegaard Ölümcül Hastalık Umutsuzluk'ta sonluluğun umutsuzluğuna düşen kişiyi şöyle tarif eder:
“Çevresinde büyük kalabalıkların toplandığını görmekle, dünyanın gidişatını kavramaya çalışırken bu kadar çok insansal işleri omuzlarına almakla bu umutsuz kişi kendini unutur, kutsal ismini unutur, artık kendine inanmaya cesaret edemez ve kendi olmayı çok güç bir olay görür ve diğerlerine benzemeyi, bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulur.”
Bir de sonsuzluğun umutsuzluğu vardır:
“O hâlde duygu bir kez düşsele dönüştüğünde, ben, sonunda bir bireye bağlı olmadan, ama bilmem hangi soyut varlığı, örneğin insanlık fikrinin varlığını paylaşarak bir tür kişisiz, insanlık dışı bir duygu hâline gelecek şekilde yavaş yavaş buharlaşıp uçar. Duyularının egemenliği altına girmiş romatizmalının içgüdüsel olarak bedeninin en küçük hava değişimini hissetmesine yol açacak kadar rüzgârların ve iklimin etkisine bağlı olması gibi düş gücüne gömülmüş insan her zaman sonsuzluğa katılır; ama bu, her zaman artık kendi olmadan gerçekleşir, çünkü bu durumda ben'inden sürekli uzaklaşır. Tanrı'ya yönelme ben'i sonsuzlukla donatır, ama hayal ben'i tükettiğinde, buradaki sonsuzlaşma insanı ancak boş bir sarhoşluğa götürür.”
Tüm bu açıklamalardan sonra sağlıklı bir ölüm kaygısı deneyimi için Gılgamış’ın yığın içinde duyularının sarhoşu olduğu ilk konum ve bir sonsuzluk hayali tarafından benliğini tükettiği üçüncü konumda değil, ikinci konumda bulunmanın zorunlu olduğunu çıkarsamaktayım. İkinci konumu Meister Eckhart ve Heidegger birlikte bir şiir yazarak anlatsaydı büyük ihtimalle şu dizeleri okuyabilirdik:
“Eşyayı kullanmakla, onların ortasında bulunmakla birlikte, onlara kayıtsız ve mesafeli kalmasını bil, dostum!
Gök ile yer, etkenlik ve edilgenlik,
Eşzamanlı bir olumlama ve değilleme arasında bir tavır geliştir!
Varlığını her tür çerçevelemeden kurtar!
Yaşama katıl!
İşte o zaman ölüm sana yaşam getirecek.”
Diyalektik konumun manifestosunu ben yazmayı deneseydim, şuna benzer birkaç cümle kurabilirdim:
“Ölümden korkmak serbest! Ama en az aynı oranda yaşama geri dönme çabası ortaya koymak şartıyla! Yaşam üretmiyorsanız ölümden korkmanız yersizdir. O, karşılığı olan bir korku değildir. Bir kandırmacadır. Bir umutsuzluk biçimidir. Bağı bugünle, yaşamla kurulmuş gerçek bir kaygıyı yaşamımızda tutmakla yükümlüyüz.”
Not: Bu yazıyı uzun yıllar talebeliğini yapmakta olduğum Prof. Hayrettin Kara’ya ve yaptığı canlı yayın davetiyle bu fikirleri sistematize etmemi sağlayan Göksel Bey’e borçluyum.
Uzman Psikolog Gökhan Özcan
Bir psikodrama grubunda kendi ölümümü deneyimlemiştim. Huzur vermişti bana. Cenazemde tek üzüntüm oğlumun derin yas içinde olması idi. Şimdi yeniden yorumladığımda muhtemelen oğlumun da ölümlülüğünün kederiydi hissettiğim. Çok severek okudum yazınızı.
YanıtlaSil