Özlemek ve İçlenmek Üzerine


Edvard Munch, Evening. Melancholy I, 1896

Özlemek ve içlenmek duygularını diğer pek çok duygudan daha derin ve zengin yaşantılar olarak deneyimliyor ve değerlendiriyorum. Şu halde bu iki duygu üzerine kısa fenomenolojik bir araştırma yapmak kaçınılmaz hale geliyor benim için.

Özlemek

Özlemenin, öncelikle, hüzünden pay aldığını teslim etmeliyiz. Ama yine de hüzünden farklı ve fazla bir tarafı da vardır onun. Kökünde yer alan "öz" sözcüğünü dikkate alırsak öz-lemek, kaybedileni özden farksız bir hale getirme arzusudur, diyebiliriz. Evet, bir arzudur. Özleyen özlenene doğru çekilir; ona ram olur. Veya özleneni, muvaffak olamayacağını bilmesine rağmen kendine çeker.

Özlemek, boşluğun duygusudur. Kullandığı eşyalara, odalara ve yaşadığı zamana sinen kişi şimdi hiç olmadığı denli yoktur. Özleyen, özlenenin bıraktığı bu yaşam izleriyle yetinmeyi öğrenmek zorundadır. Öz yoktur artık; geriye sadece izler kalmıştır.
 
Özlemek, iz sürerek, yakalanan izlerden bir öz yaratma isteği midir öyleyse? Çevresindeki parçaları tüm iştahıyla kendine çeken bir mıknatısın işine benziyor öyleyse özlemek.

İçlenmek

İçlenmek bir duygulanımdır. İçlenmek, halk arasında, bir sebeple kırılmış ve üzülmüş birinin durumuna atıf yapar. Bazen kişi içlenmeyi hızlı ve art arda oluşan hıçkırıklarla yaşar. Sentaks olarak değerlendirildiğinde iç-len-mek sözcüğü "iç haline gelmek" ya da "iç olmak" vurgusunu taşıyor.

İçlenmek, dışarıdan bir sebebin başlattığı ancak kişinin iç dünyasının derinlerinde, "iç olacak denli" bir derinlikte tezahür eden bir duygulanımdır. İçlenmek sözcüğündeki "iç" kelimesi önemlidir. Çünkü içlenmek özel bir durumdur; üzülmek ya da kırılmak değildir. Öyle olsaydı bu sözcüğe gerek duyulmazdı. İç sözcüğü bu yüzden içlenmenin anlamını belirler.
 
İç derken neyi kast ediyoruz? İç nerededir? İç'in nitelikleri nelerdir? 

İç, tüm ikincil kişisel belirleyicilerimizin ötesindeki öz (essence)'ümüzdür. Kişi içlendiğinde dışarıdaki nesne ve durumların temsillerini sert bir biçimde içe, özüne çeker. Üzüntüde içlenmedeki sertliği görmeyiz. Özellikle melankolide kişi nesnelerin (kişi, olay ve durumları) temsillerini daha yavaş ve yumuşak bir şekilde içe çeker. İçlenmek o yüzden kırılma duygusuna daha yakın durur. Kişi kırılır, evet ve dışarıdaki nesneleri sertçe içe çeker ve içlenir.
 
İçlenirken kişinin hıçkırıklara boğulması bu sertlikle ilgili gibi durmaktadır. Sanki her bir hıçkırık göğse çöken dünyayı harekete geçirmeye, yarattığı gücenmeyi kıpırdatmaya ve dağıtmaya çalışmaktadır.

İçlenme halinde dünya keskinlik kazanır. Bu yüzden kırılmaya ek olarak acı duygusu da peyda olur. Nesnelere birtakım idealizasyonlar yüklemiş özne, içlendiğinde bu idealizasyonlardan sıyrılır ve nesnelerin yalın, sert ve anlamdan yoksun halleriyle baş başa kalır. Bu baş başa kalışta kişi varoluşsal yalnızlığını -bilinçli ya da bilinçsizce- sezer. Durum az çok şöyledir: Sadece o ve dünya vardır ve o, bedeniyle, bilinciyle birlikte, ıssız ve tekinsiz bir dünyada yalnızdır.
 
İçlenmek, öyleyse üzüntü, kırılma, gücenme, acı, ıssızlık, tekinsizlik ve yalnızlık duygularını içeren, hıçkırığın önemli bir bedensel belirtisi olduğu, sert içe dönük hareketliliğe sahip bir kompleks duygulanımdır.

Uzman Psikolog Gökhan Özcan

Yorumlar

Popüler Yayınlar