Şair ve Büyülü Dili



Alçak sesle uçuyor üzerimden
saçları kına yakılmış bir kadının mihrâbı
bu gövermiş güz günleri çıldırtır
çileden ve kitaplardan çıkartır insanı
urlar, karınca cesetleri
titreyişlerle örtülür üstüm
merak
bir devrimcinin hazırlığıdır
ve alçacık bir sesle uçar üzerimden
kanser, begonya, ölüm.

-Sevgilime Bir Kefen, İsmet Özel


Hiçbir şiir sever yoktur ki şairlerin dili kullanma yöntemlerine hayret etmesin. Çünkü şairin dili, gündelik dilden ve nesirden çok daha tuhaftır. Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?* isimli kitabının bir bölümünde, şairin dili nasıl inşa ettiğini inceler ve bu tuhaflığı ustalıkla anlamlandırır. Kitaptaki ilgili pasajları, şairin dil ile kurduğu büyülü ilişkiyi merak eden şiir severler için derlemek istedim.

***

İyi ama, şiir sözcüklerden aynı biçimde yararlanmıyor ki; hatta onlardan hiç yararlanmıyor; bence, şiir onlara yararlı oluyor. Ozanlar, dili kullanmayı reddeden kişilerdir. Oysa doğru araştırısının bir çeşit araç gibi kabul edilen dil aracılığıyla ve onun içinde gerçekleştirildiğine bakıp ozanların doğruyu seçmeye ya da ortaya koymaya çalıştıklarını sanmamak gerekir. Onlar dünyayı adlandırmayı da akıllarından geçirmezler ve gerçekten de, hiçbir şeyi adlandırmazlar, çünkü adlandırma, adlandırılan şeyin sürekli olarak adlandırma uğruna harcanmasını gerektirir, ya da Hegel’in deyişiyle söylersek, bu işlemde ad, temel öğe olan nesne karşısında önemsizmiş gibi kalır. Ozanlar konuşmaz; susmaz da: Bambaşka bir şeydir onların yaptığı.

Gerçekte, ozan araç-dilden bütünüyle kurtarmıştır kendini; ta başından, sözcükleri birer im değil, birer nesne gibi gören tutumu seçmiştir. Çünkü imin çift-anlamlılığı, insanın dilediği zaman onu bir cam gibi bakışlarıyla delip geçmesine ve onun içinden imlenen şeyi izlemeye devam etmesine ya da bakışlarını bu imin gerçekliğine çevirip onu bir nesne olarak kabul etmesine yol açar. Konuşan insan, sözcüklerin ötesinde, nesnenin yakınındadır; ozan ise sözcüklerin berisindedir. İlki için, sözcükler evcilleşmiştir; İkincisi içinse, hâlâ vahşidirler. Konuşan kimse için onlar yararlı birer anlaşma, zamanla aşınan ve işe yaramaz duruma gelince kaldırılıp atılan birer araçtır; ozan içinse bunlar, yeryüzünde tıpkı bir bitki ya da ağaç gibi doğal olarak gelişen şeylerdir.


Konuşan kişi dilin içine yerleşmiş sözcükler tarafından kuşatılmıştır, dil, onun kıskaçları, duyargaları, gözlükleridir, duyularının uzantılarıdır; o bunlara içerden yön verir, sanki kendi vücuduymuşlar gibi hisseder onları, belli belirsiz bilincine vardığı ve eylemini bütün dünyaya yayan sözsel bir cisimle çevrilidir. Ozan ise dilin dışındadır, sözcükler sanki insani durumun içinde değilmişler ve insanlara doğru yaklaştıklarında ilk engel olarak söze rastlıyorlarmışçasına, onları tersinden görür. Nesneleri önce adlarıyla tanıyacağına, sanki nesnelerle önce bir sessizlik içinde karşılaşmakta, sonra kendisi için başka türlü birer şey olan sözcüklere doğru yüzünü çevirdiği, onları tuttuğu, yokladığı, değdiği zaman, onlarda kendilerine özgü bir ışıklılık, toprak, gök ve suyla ve bütün yaratılmış şeylerle özel bir yakınlık bulmaktadır. Zaten dışarıda olduğundan, sözcükler ozan için kendisini kendi dışına, nesneler arasına atacak birer gösterge değildir, o bunları kaçak gerçekliği yakalamaya yarayacak birer tuzak olarak görür; kısacası, ozan için dil, bütünüyle, dünyanın aynasıdır.

Şiirsel sözcük küçük bir evrendir. Ozan bu küçük evrenlerden birkaçını bir araya getirdiğinde, elindeki renkleri bez üzerinde birleştiren ressamın yaptığı işi görmektedir; bir cümle kurduğu sanılır, oysa bu bir dış görünüştür: O bir nesne yaratmaktadır. Nesne-sözcükler, tıpkı renk ve sesler gibi, aralarındaki uygun ve aykırı büyülü çağrışımlarla bir araya gelir, birbirlerini çeker ya da iterler, tutuşup yanarlar ve bir araya gelişleri, nesne-cümle’yi, yani asıl şiirsel birliği oluşturur.

*Sartre, J. P. (2008). Edebiyat Nedir? (B. Onaran, Çev.). s. 18-23. Can Yayınları.


Uzman Psikolog Gökhan Özcan

Yorumlar

Popüler Yayınlar