Dört Duygu Kitabı Üzerine Bir Röportaj


Bu yazıda "Erken Dönem İslam Geleneğinde Dört Duygu" kitabım vesilesiyle Gönül Dergisi (140. sayı) tarafından yapılan röportajı okuyacaksınız. Röportajı teklif eden ve gerçekleştiren dergi editörü Yavuz Kartol Bey'e teşekkür ederim.

Gökhan Bey, “Erken Dönem İslam Geleneğinde Dört Duygu" kitabınızda, beş farklı İslam filozofunun düşüncelerini gelenekteki psikolojik yaklaşımlar olarak ele almanızın nedeni dedir?

Öncelikle ben bu düşünürleri "İslam filozofu" olarak nitelendirmekten kaçındım. "İslam coğrafyasında yaşayan düşünürler" demeyi tercih ettim. Sebebini belki ileride başka bir vesileyle dile getiririm. Bu sorunuzu 19. yüzyıl psikologlarından Hermann Ebbinghaus’un şu sözlerini hatırlatarak yanıtlamaya başlayayım: “Psikoloji uzun bir geçmişe; fakat kısa bir tarihe sahiptir.” Psikologlar günümüzde aşağı yukarı son iki yüzyılın bilimsel çabalarına yaslanarak düşünüyor ve çalışıyorlar. Bu beklendik bir şey elbette. Çünkü psikolojinin ayrı bir bilimsel disiplin olarak kabul görmesi zaten bu tarihe denk geliyor ve takdir edersiniz bu oldukça kısa bir tarih. Oysaki insan ruhsallığının öyküsü elbette Ebinghaus’un dediği gibi daha uzun bir geçmişe sahip. Ben gelenekteki bu düşünürlerin psikolojik içerikli metinlerini inceleyerek psikolojinin uzun bir geçmişe sahip olduğunu göstermek istedim öncelikle. Diğer amacım ise genellikle ilahiyat alanındaki yazarların dikkat alanına giren bazısı teknik ifadelerle yüklü bu metinleri psikoloji ve terapi merkezli bir bakışla günümüzün diline ve kavrayışına tercüme etmekti. Metinleri incelerken insan psikolojisinde hala değişmeyen pek çok sabit olguya tanık oldum ve yeni bir şeyler söyleme zorlantısına girmektense eskiyi bugüne, bugünün kavrayışıyla, terapi deneyimim üzerinden taşımayı tercih ettim.

Peki, neden bu filozoflar?

Kitapta Kindî, Ebû Bekir Râzî, İbn Sînâ, Fârâbî ve Ebu Zeyd Ahmed el-Belhî’den seçtiğim bazı metinleri inceledim. Bu filozofları seçmemin nedeni, içinde yaşadıkları kültürel coğrafyada ortaya koydukları özgünlük ve tarzlarıyla müstesna olmalarıydı. Bazı tespitlerinde elbette birbirlerinden etkilendikleri görülebilir. Ebu Bekir Razi’nin hüzün konusunda Kindi’yi tekrar ettiğini ama bana ayrı bir bölüm yazdıracak denli özgün gözlem, tespit ve önerileri olduğunu söyleyebilirim. İbn Sina’nın tıp alanındaki metinleri meşhurdur ancak kitapta ele aldığım ölüm kaygısı risalesi belki pek çok kişinin gözünden kaçan orijinal bir metindir. Beni en çok şaşırtan filozof Belhi idi. Döneminin psikiyatrik hastalıklar sınıflandırma kitabını yazdığı söylenebilir. Ben sadece korku konusunu ele aldım ancak incelediğim kitabının diğer başlıklarının da çalışılması gerekiyor. Bu filozoflar ayrıca düşüncenin değerini bilen kişiler. Salt nakilden hareket etmiyorlar. Düşünce ve inancı, zihnin ayrı iki kategorisi olarak ele alma becerisine sahipler.

Hüzün konusunda Kindî ve Ebû Bekir Râzî bize neler söylemektedir?


Hüznün tanımı aşağı yukarı her iki düşünür için de aynı: Sevilen bir şeyi kaybetmek veya istenen bir şeye ulaşamamak. Zaten bu tanımın Freud’un Yas ve Melankoli makalesinde de neredeyse aynen tekrarlandığını görüyoruz. Kindi’nin hüzünle baş etme konusunda takip ettiği yöntem, Razi’nin yönteminden bana daha yakın geliyor açıkçası. Entelektüel becerilere oldukça fazla değer veren biri olarak Kindi’nin akıl merkezli analitik çözümlemelerinden gelen önerileri kıymetli buluyorum. Örneğin: “Başımıza herhangi bir musibet gelmemesini istemek var olmamayı istemek demektir.” Bu çözümleme bence çok derin. Üzerinde herkesin çalışması gerek. Kindi oluş ve bozuluş kavramlarını klasik fizikten ödünç alarak psikolojiye tatbik etmeyi başarabilmiş. Hüzünle baş etmek için hem oluşa hem de bozuluşa açık olmayı öneriyor. Rastlantıların akışına kendimizi bırakma cesareti yani. Böyle bir bilinç halini az da olsa deneyimleyen birinin bir miktar hissetse de hüzne gark olmayacağını, güncel tabirle klinik depresyona girmeyeceğini düşünüyor ki oldukça haklı.

Razi’nin hüznü ele alma yöntemi daha ziyade hayal gücüne ve pratiğe dayanıyor. Kindi’deki teorik ağırlığı Razi’de göremiyoruz. Yine de oldukça yararlı bir bakış açısı sunuyor. Özet olarak Razi şöyle diyor: “Dostum, hüzünden kaçış yok. Sen en iyisi şöyle yap: Gelecekte yaşayacağın hüzün yaratacak kayıpları şu anda otur hayal et ve mesafeliliğini, gücünü arttır. Daha sonra da gelecekteki hüzünden kurtulmuş halini hayal etmeye çalış. Çünkü çok büyük ihtimalle o kaybı bir biçimde aşabileceksin.”

Biraz da "ölüm eğitimi" anlamına gelen “İbn Sînâ merkezli ölüm kaygısıyla baş etme modelinden” bahseder misiniz? Ayrıca günümüzde ölüm kaygısı nasıl deneyimleniyor?

Bu modele “ölüm eğitimi” ismini verirken epey tereddüt ettim. Çünkü merkeze ölümün koyulduğunu düşündürüyor. Halbuki öyle değil. Aslında bu modelin merkezinde “yaşam” var. Ölüm hakkında konuşmak günümüzde makbul bir eylem değil, malumunuz. Bu konu bir şekilde açıldıysa hızlıca kapanmalı diye düşünülüyor. Mezarlıkların yanından hızlıca geçip gitmek istiyoruz. Ölüm düşüncesi ve kaygısı cenaze törenlerine ait bir şeymiş gibi davranılıyor. Oysaki ölülerle yaşıyoruz. Biz de henüz yaşıyoruz ama yarının ölüsüyüz. Biraz edebi bir geçiş yaparsam, Edip Cansever’in dediği gibi “Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler.” veya Hölderlin’e müracaat edersek, “"Uyur genellikle, soylu bir tohum gibi / Ölümlünün kalbi, ölü kabuğunda / Zamanı gelene kadar." Gerçek şairlerin ölümden bahsetmemiş olması mümkün değildir. Demek ki bu kitapta da dört duygudan birisini ölüm kaygısı olarak belirlediysem doğru yoldayım demektir.

Ölüm kaygısı ilginç bir şekilde psikoterapide de en az üzerinde durulan konulardan birisidir. Varoluşçu terapinin bu konuya epey eğildiğini biliyoruz. Burada da başka bir açmaz var. Ölüm kaygısına yönelik geliştirilen bakma biçimleri ve tedavi müdahaleleri kayda değer düzeyde seküler bir bakış açısını merkeze alıyor. İnançlı biri söz gelimi “Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum” telakkisiyle ölüm kaygısını öyle kolay kolay sindiremez. Çünkü onun için sonrası da var. Bu eksikliği hisseden bir terapist olarak İbn Sina’nın inançlı kişilere yönelik yazdığı bu kısa metni incelemeye ve modellemeye çalıştım. Mensup olduğu din fark etmeksizin öte dünya inancına sahip olan birinin öldükten sonra işkenceden korkmasını İbn Sînâ şöyle değerlendirir ve bu değerlendirmesi basit olsa da çarpıcıdır: Bu kişi, aslında ölümden değil; işkenceden korkmaktadır. İşkence korkusu ise o kişinin günah bilinciyle ve uğrayacağını düşündüğü cezalarla ilişkilidir. Bu kişinin işkence korkusuna kapılmak yerine cezayı hak ettiğini düşündüğü tutum ve davranışlarını yeniden değerlendirmesi ve bu uğurda şu andan başlayarak bir şeyler yapması gerekir.

Fârâbî’nin “akılcı mutluluk yolu” bir tür bilişsel ve davranışçı terapi diyebilir miyiz? Fârâbî merkezli mutluluk modeli bize neler söylüyor? Haz, mutluluk, akıl ilişkisi açısından günümüzün açmazlarına Fârâbî’nin katkısı ne olabilir?

Haklısınız aslında, Farabi’nin mutluluğa yaklaşımının bilişsel bir yönü olduğu çok bariz. Zaten aklı o kadar ön plana koyuyor ki bir duygu olan mutluluğu akılsal süreçler olmaksızın inşa etmenin imkansız olduğunu düşünüyor. Davranış kısmı ise biraz kişiye kalıyor. Farabi çok basit bir şey söylüyor gibi: “Mutluluk bir aracılık ilişkisiyle elde edilemez.” Mutluluğa ulaştıracak mükemmel araçlar aramaya koyuldukça biz mutluluğu ıskalıyoruz aslında. Zaten böyle bir araç da yok. Bu araçlar üstelik mutluluk da getirmiyor, en fazla geçici haz meydana getiriyor.

Haz ilkesi, gerçeklik üzerinden işlemez. Haz ilkesi, daha ziyade “gerilim değil, keyif; sonra değil, şimdi; az değil çok!” ilkesiyle işliyor. Gerçeklik ilkesiyse bazen beklemeyi, yetinmeyi, zihnimizdeki dünyayı dış dünyadaki hakikatlerle yüzleşerek esnetmeyi ve yumuşatmayı gerektiriyor. Farabi merkezli mutluluk modeli bugünün insanına pek çok anlamlı şey söylüyor öyleyse: Hazza odaklanarak mutlu olma stresine girmeden, yaşamın olağan akışını kabullenerek, mutluluğa, gerçeklerle arkadaş olarak tesadüf etmek.

Ahmed el-Belhî’nin korkuyla başetme modeli, “benliğe” dair, benlikle içiçe güçlü değerlendirmeler taşıyor. Bu vesileyle Belhî’den hareketle korku-benlik ilişkisinden bahseder misiniz?

Belhi, muhatap olduğum yazarlar içerisinde kendisiyle en çok uzlaşabildiğim düşünür olabilir. Gözlemleri oldukça isabetli, çözümleme ve önerileri de bir o kadar yalın ve deneyime dayalı. Kindi klasik psikolojideki ilk psikolog olarak anılıyorsa Belhi için de ilk terapist diyebiliriz. Belhi duyguları tanıma, onların zorlu taraflarıyla mücadele etme çabasına “nefis selameti” der. Bu tabir, günümüzdeki terapi ve psikolojik danışmaya tekabül ediyor aslında. Belhi üzerinden sadece korku duygusunu çalışmış olsam da Mesalihu’l Ebdan ve’l Enfüs (Beden ve Ruh Sağlığı) isimli kitabının ruh sağlığı uzmanları tarafından çok daha detaylı, derinlemesine çalışılması gerekiyor.

Belhi korkuyu bir manada kişinin kendini, benliğini tanıma başarısızlığına bağlıyor. Çünkü korku, olguların, salt deneyimin içerisinde kalakalmak demektir. Korkan benlik korkuluklar, tabular üretir. Korkunun toprağında ürküntü ve kaçınma vardır. Cesaret ve atılganlık, karşısında dikilmiş korkuluklar yüzünden özgürce uçamaz. Çorak bir düşünce, yaşamın yerine geçmiştir. Oysaki yaşam düşünceden daha fazla bir şeydir. Kendini tanıma uğraşına giren kişide korkunun yerini bilme, tanıma, güven alır. Ailemizde, arkadaş gruplarında, iş yerinde, ülkede ve dünyada yani dışımızda olup bitenleri merak ediyoruz ancak kendimizi çok merak ettiğimiz hala söylenemez. Yaşamı yaşayan kişiliğimiz üzerinde epey az emek veriyoruz. Kendi kuytularımıza, aşırı değerlendirdiğimiz düşüncelere, rüyalara, yaşama geliştirdiğimiz varsayımlara dikkat etmedikçe korkulukların sayısını arttırıyoruz. Korku illa da fobik bir şey olmak zorunda değil. Bir kişiyi tanımaktan korkmak, aynaya bakmaktan korkmak, bir ihtiyacımızı veya rahatsızlığımızı ifade etmekten kaçınmak da bir tür korkudur. Benlik kendini tanıdıkça korkular azalıyor ve Paul Tillich’ten ödünç alarak söylersem “olma cesareti” filizleniyor.

“Duygular bizatihi yaşamın kendisidir.” sözünüz, insana dair muhkem ve özlü bir değerlendirme… Bu sözü nasıl açımlarsınız?


Duygu, ruhsal yaşamımızın bir boyutu olmaktan çok daha fazla bir şey. Duygu, yaşamın bir modusu, temel bir hali esasen. Her yaşantının merkezinde bilinçli bir benlik vardır ve yaşantıyı yaşarken de her benlik merkezi bir duygu deneyimler. Duygu olmaksızın yaşantı olmaz. Çünkü duygu, mütemadiyen akışına maruz kaldığımız bu evreni yorumlama çabamız demek. En hissiz kişilerde dahi gömülü olsa da bir duygu deneyimi mevcuttur.

Benliğimizin hallerine, duygusal deneyimlerine kulak kesilmek bir yaşam ödevi. Sokrates’in “Kendini tanı!” mirasından itibaren bu ödevin isimleri değişmiş olabilir ancak temel mesajı hiç değişmiyor. Bu kitapta kısacası duygular üzerinden kendilik bilgisini genişletmek istedim. Ancak üzerinde çalıştığım yazarların diğer metinleri ve kültürümüzdeki diğer kıymetli klasik psikoloji metinleri duygular açısından günümüze kazandırılmayı bekliyor.

Değerli sorularınız için çok teşekkür ediyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar