Gölge Oyunu
Melekler Ancak Kendilerinden Verebilenlere Dokunabilir
Yazan: Prof. Dr. Hayrettin Kara
Derleyen: Dr. Gökhan Özcan
Fahriye Abla’dan Gönül Yarası’na Yavuz Turgul filmlerinin büyük bölümü “Çocuklar kendilerine verilenlerle büyür, büyüklerse ancak kendilerinden vererek insan olur” düsturunun görsel anlatımı gibidir. Mahmut’u, Baran’ı, Muhsin Bey’i, Nazım öğretmeni ve diğerlerini düşünelim. Bu karakterlerin ortak çizgilerini yakalamak istediğimizde, diğerlerinin yanında iki özellik öne çıkıyor: Birincisi, kahramanların büyük bölümü örselenmiş çocuklar. Çocuklukları travmatik yaşantılarla dolu. İkincisi ve daha önemlisi, örselenmişliklerine rağmen öylesine doğal biçimde kendilerinden verebilmeleri.
Kendinden ya da kendini verebilmeyi öyle güzel anlatır ki bu kahramanlar, Gölge Oyunu’nda Abidin’in Mahmut’a söylediği gibi bizim kalbimizin iyi yanı olurlar. Kendinden verme eğreti durmaz, gösteriye dönüşmez, insani özün açılımı olur. Bu kahramanları içselleştirip sahiplenmemiz ve hiç unutamayacak olmamız bundandır. Kendinden verme ya da kendini verme çoğu zaman aşkın davranışsal dışavurumlarıdır. Böylece Turgul filmleri doğal olarak aşk filmleri olmuş olur. Kendisi de Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni… Bununla beraber Turgul, Türkiye’nin hızlı değişen toplumsal ve kültürel dinamiklerini hikâyenin fonuna ustaca yerleştirir. Bu açıdan kahramanlar genellikle kendi sosyo-kültürel geleneklerinin son temsilcileri görünümündedir. Sosyo-kültürel değişimin ara yüzlerinde yalpalar dururlar. Öyle ki bir ayakları geçmişte, gelenektedir ve oraya çok sıkı basarlar. Diğer ayakları ise boşluktadır; çünkü şimdi ve buraya basamazlar. Şimdi ve bura onların iç dünyalarında ihanetin zamansal ve mekânsal karşılığıdır. Kahramanların güncel sosyal yapıya tutunamamışlıklarından yayılan burukluk gelir bizi rahat koltuklarımızda bulur ve bizi kötü tarafımızla da yüzleştirir. İşte yine bunun için bu kahramanlar bizim için hep hatırlanır olacaktır. Bu toplumsal dinamikler bazen hikâyenin baskın unsuru gibi görünse de, çoğu zaman fonda kalır ve filmlerin figürü olan aşkı daha çarpıcı, daha inandırıcı, daha bizden kılma işlevi görür. Aşk, Yavuz Turgul filmlerinde fon değil, figürdür.
Kendinden ya da kendini verebilmeyi öyle güzel anlatır ki bu kahramanlar, Gölge Oyunu’nda Abidin’in Mahmut’a söylediği gibi bizim kalbimizin iyi yanı olurlar. Kendinden verme eğreti durmaz, gösteriye dönüşmez, insani özün açılımı olur. Bu kahramanları içselleştirip sahiplenmemiz ve hiç unutamayacak olmamız bundandır. Kendinden verme ya da kendini verme çoğu zaman aşkın davranışsal dışavurumlarıdır. Böylece Turgul filmleri doğal olarak aşk filmleri olmuş olur. Kendisi de Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni… Bununla beraber Turgul, Türkiye’nin hızlı değişen toplumsal ve kültürel dinamiklerini hikâyenin fonuna ustaca yerleştirir. Bu açıdan kahramanlar genellikle kendi sosyo-kültürel geleneklerinin son temsilcileri görünümündedir. Sosyo-kültürel değişimin ara yüzlerinde yalpalar dururlar. Öyle ki bir ayakları geçmişte, gelenektedir ve oraya çok sıkı basarlar. Diğer ayakları ise boşluktadır; çünkü şimdi ve buraya basamazlar. Şimdi ve bura onların iç dünyalarında ihanetin zamansal ve mekânsal karşılığıdır. Kahramanların güncel sosyal yapıya tutunamamışlıklarından yayılan burukluk gelir bizi rahat koltuklarımızda bulur ve bizi kötü tarafımızla da yüzleştirir. İşte yine bunun için bu kahramanlar bizim için hep hatırlanır olacaktır. Bu toplumsal dinamikler bazen hikâyenin baskın unsuru gibi görünse de, çoğu zaman fonda kalır ve filmlerin figürü olan aşkı daha çarpıcı, daha inandırıcı, daha bizden kılma işlevi görür. Aşk, Yavuz Turgul filmlerinde fon değil, figürdür.
Hikâyeler genel olarak bizim memleketin doğusundan İstanbul’a doğru akar. Turgul için coğrafya olarak Doğu, örselenmiş çocuklukla simgesel olarak örtüşür çünkü.
Çocuklar Kendilerine Verilenlerle Büyür
Turgul’un kahramanları genel olarak psikolojik anlamda beslenmemiş çocuklardır. Ya anneleri-babaları ellerinden alınmış ya da bizzat onlar tarafından örselenmiş / terkedilmiş çocuklardır. Mesela, Gölge Oyunu’nda Mahmut, anne ve babasını hiç görmemiş ve yetiştirme yurdunda büyümüş ya da psikolojik anlamda büyüyememiştir. Abidin’in hapishanede ölen bir babası ve boyalı dudaklarıyla kayıplara karışan bir annesi vardır. Baran, babası aşiret reisi tarafından öldürüldükten sonra eşkıya olmuştur. Cumali’nin babası hapistedir ve çocukluğunda cinsel de olmak üzere her türlü istismara maruz kalmıştır.
Hikâyelerin akışı içinde travmatik çocukluk yaşantılarını kahramanların bizzat kendi ağızlarından dinleriz. Bu bilgiye vakıf olduktan sonra hikâyenin sosyo-psikolojik dokusunda birçok şey yerli yerine oturur ve biz kahramanı daha bir anladığımızı hissederiz. Kahramanların neden öyle olduklarının cevabı büyük ölçüde çocukluk yaşantılarında gizlidir. Mesela Cumali’nin halasıyla konuşmasını hatırlayalım.
Büyükler Ancak Kendilerinden Vererek İnsan Olur
Turgul’un karakterlerinde çocukluk travmalarının ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Kişi vererek insan olur; ama alamayanlar, mahrum bırakılanlar nasıl ve neyi verecekler? Burada Turgul’un her şeye rağmen insana ne denli umutla baktığını görürüz. Hiyerarşik yapılardaki insan ilişkilerini düşünelim. Bu ilişkiler içinde insan davranışının nasıl kolayca koşullandırılabileceğini aklımıza getirelim. İlk elde akla gelen, incitilenin şartlar oluştuğunda inciteceğidir. Turgul’un karakterleri insani bir özle işte bu koşullanmışlığın dışına çıkabilen kahramanlardır. Baran’ı, Muhsin Bey’i, Mahmut’u hatırlayalım. Mesela onlar şöyle bir soru sorarlar mıydı? Kötülüğün karşılığı iyilik olacaksa, iyiliğin karşılığı ne olacak? Bu yanlış bir soru değil; ama kahramana göre bir soru değil. Turgul, örselenmiş çocuklukla, koşullanmışlık tuzağından nispeten kurtulup kendini verebilen erişkini öyle ustaca sarmalar ki birbirine... İnsana has merhamet denen o sağaltıcı hissi taa derinden hissederiz. Onca yıkık döküklüğe rağmen bu hikâyelerin içinde kendimizi iyi hissetmemiz bundandır.
Turgul filmlerinin bu genel psikolojik dokusunu hatırımızda tutarak bir film seçelim ve oradan Turgul’un dünyasına biraz daha yakından bakmaya çalışalım. Fahriye Abla, Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, Gölge Oyunu, Eşkıya, Gönül Yarası… Hepsi olabilir. Gölge Oyunu’nu, Rüya Pavyonu saz heyetinin anlattığı hikâyeyi seçelim mesela.
Gölge Oyunu
Gölge Oyunu’nda Turgul daha ilk sahnede, hep göz ardı etme eğiliminde olduğumuz hayatın irrasyonel tarafını önümüze kor. Saz heyetinin geçmiş zamanda donmuş bakışları, arkadaki duvara yansıyan gölgeleri… Oysa saz heyeti paradoksal olarak şimdiki zamandadır ve rivayet olunan hikâyeyi bize nakledecektir. Ve aynı zamanda onların deyişiyle, bu fakir filmin müziğini de icra edecektir. Ama ne müzik! Gölge Oyununda müzik sanki kişileşir, sanki yüzünü göremediğimiz hususi bir şahsiyet haline gelir. Öyle ki hikâyeyi bir de ondan, hatta irrasyonel tarafıyla asıl onun ağzından dinleriz.
Ve saz heyetince hikâyenin kahramanları izleyiciye takdim edilir. Mahmut, natürü iyi, hoş bir oğlandır. Abidin ise hırsız, yalancı alçak tabiatlı bir çocuktur. Onları kenetleyen şey, örselenmiş çocukluklarıdır. Diğer filmlerde olduğu gibi travmatik yaşantılarını bizzat kendilerinden dinleriz. Mahmut’un, annesini, babasını hiç görmediğini, yetiştirme yurdundan neden kaçtığını, Kumru’ya anlatırken öğreniriz. Kumru, işitemeyen ve konuşamayan garip genç bir kadındır. Bu arada Turgul’un diğer filmlerinde de konuşmayan ya da konuşamayan dişil karakterlere rastlarız. Konuşmama; Kumru’da farklı bir mahiyette gibi görünse de, diğerlerinde açıkça travmatik yaşantılara bir tepki, benliğin bir tür savunma aracıdır.
Gölge Oyunu’nda Turgul daha ilk sahnede, hep göz ardı etme eğiliminde olduğumuz hayatın irrasyonel tarafını önümüze kor. Saz heyetinin geçmiş zamanda donmuş bakışları, arkadaki duvara yansıyan gölgeleri… Oysa saz heyeti paradoksal olarak şimdiki zamandadır ve rivayet olunan hikâyeyi bize nakledecektir. Ve aynı zamanda onların deyişiyle, bu fakir filmin müziğini de icra edecektir. Ama ne müzik! Gölge Oyununda müzik sanki kişileşir, sanki yüzünü göremediğimiz hususi bir şahsiyet haline gelir. Öyle ki hikâyeyi bir de ondan, hatta irrasyonel tarafıyla asıl onun ağzından dinleriz.
Ve saz heyetince hikâyenin kahramanları izleyiciye takdim edilir. Mahmut, natürü iyi, hoş bir oğlandır. Abidin ise hırsız, yalancı alçak tabiatlı bir çocuktur. Onları kenetleyen şey, örselenmiş çocukluklarıdır. Diğer filmlerde olduğu gibi travmatik yaşantılarını bizzat kendilerinden dinleriz. Mahmut’un, annesini, babasını hiç görmediğini, yetiştirme yurdundan neden kaçtığını, Kumru’ya anlatırken öğreniriz. Kumru, işitemeyen ve konuşamayan garip genç bir kadındır. Bu arada Turgul’un diğer filmlerinde de konuşmayan ya da konuşamayan dişil karakterlere rastlarız. Konuşmama; Kumru’da farklı bir mahiyette gibi görünse de, diğerlerinde açıkça travmatik yaşantılara bir tepki, benliğin bir tür savunma aracıdır.
Alçak tabiatlı gibi görünen Abidin’in kişiliği de çocukluk travmalarına karşı oluşturulmuş bir kalkandır. İntihar girişimi sonrası hastanede kırık dökük iç dünyasını aşikâr edişini hatırlayalım: “Benim babam esrar satardı, hapishanede rahmetli oldu. Babam hapisteyken anam kayıplara karıştı. Annemi son gördüğümde ateş kırmızısı bir rujla dudaklarını boyuyordu. Beni terk etti. Çocuk yaşta yalnız kaldım. Terk edilme duygusu öyle içime işlemiş ki çocuk yaşta… Diyordum ki nasılsa bırakıp gidecekler. O zaman sen daha önce tüy. Kim olursa olsun. Kadın, erkek. Nedense bir tek seninle ortaklığım acayip oldu. Sanki benim kalbimin iyi tarafıydın…”
Bu iki örselenmiş çocuk, bu iki eksik kalmış çocuk birbiriyle çoğalırlar, birbiriyle tamamlanırlar, birbirleriyle iyileşirler. Ama bu çocukların yaraları öyle derindir ki, tam olarak iyileşmeleri için sanki ilahi bir dokunuşa ihtiyaçları vardır. Ve o gizemli konuşamayan Kumru, hem ölüm hem yaşam meleği gibi girer hayatlarına. Her ikisinin de ama özellikle Mahmut’un ihtiyacı olan ilahi dokunuş olur. Ama bir kural vardır: Melekler ancak kendilerinden verebilenlere dokunabilir!.. Bu film, başka özellikleri yanında çok sıcak ve sağlam bir terapi öyküsüdür. Teröpatik sürecin sonunda Mahmut’un içindeki kadın imgesinin nasıl dönüştüğünü hatırlayalım; yetimhanedeki travmatik yaşantılardan sonra Mahmut için kadın, iri göğüsleri altın dişleriyle, bacak aralarında benliğini yutup yok edecek karanlık bir boşluğu, vıcık vıcık bir bataklığı taşıyan ürkütücü bir mahlûk demekti… Böyle bir travmadan sonra beklendiği gibi Mahmut hiçbir kadına dokunamamıştı. Hangi terapist hangi yöntemle bir erkeğin içindeki bu kadın imgesini, sarıp sarmalayan bir yumuşaklığa dönüştürebilir? Turgul, modern yöntemlerden umutsuz olmalı ki bu soruya sanki şöyle cevap veriyor bu filmde: Terapist Tanrı olursa her şey mümkündür. Gölge Oyunu, Turgul’un insan psikolojisine transpersonel bir zaviyeden baktığı ve ruhunun mistik tarafını ifşa ettiği harika bir film.
Son olarak Gölge Oyunu’ndan mülhem “Çocuklar kendilerine verilenlerle büyür, büyüklerse ancak kendilerinden vererek insan olur.” düsturuna bir ek yapalım: İnsan olma ne zaman ve nasıl biteceği belli olmayan ya da bitip bitmeyeceği bile bilinemeyen pek gizemli bir serüvendir.
Künye: Kara, H. (2007). Melekler Ancak Kendilerinden Verebilenlere
Dokunabilir, Cinemascope Dergi, 12, 48-50.
Yorumlar
Yorum Gönder